Ad kutusu
iddianame
Vatandaştan
Sayı 1 / Mayıs 2009
Gazete dergi karışımı bir yayın.
Gaze-der.
Gazederin geneli ayda bir,
gazete bölümü her önemli olayda  güncellenir. 

Ad kutusu
Neden adı İddianame?
Günümüzde, haber değeri taşıyan herşey, sistemin ve onun devletlerinin suç dosyası içinde yer almaktadır. Baktık ki düzgün haber yok, suç var. Suçları sıralayan, açıklayan, kanıtlayan metine gazete, dergi denmez, iddianame denir. Biz de bu yayının adını İddianame koyduk. Normal gazete/dergiye döneceğimiz günlerin yakın olması dileğiyle, herkese merhaba!

Son sıralarda gündemin en başındaki olaylardan biri  “yerel seçimler”di. Tırnak içinde verdik çünkü ne yereldi, ne seçimdi. Bu, birşeyleri anlama çabası içinde, kafaları medyanın dedikleri ile dolmuş insanlara çok abartılı gelecektir ama gerçektir. Sanal görünümle gerçek arasındaki uçurum giderek genişlemiştir. Normal seçimmiş gibi yorumlar yapıldıkça, sahte seçime, iyi niyetle de olsa, yalancı şahitlik edilmektedir. Bu seçimin genelde tek doğru yorumu vardır: Sonuçta beş aşağı beş yukarı, DDT’nin istediği olmuştur.

Yalnızca Türkiye değil, dünya uzunca bir süredir derinden ya dolaylı yönlendirilmekte, ya da doğrudan yönetilmektedir. Türkiye’yi 12 yıldır doğrudan DDT yönetmektedir. DDT’nin ne olduğu dergi bölümünde bir yazıda işlenmektedir. Kısaca söylersek, Derin Devlet Türkiye..... Türkiye Derin Devleti değil, derinlerde birleşmiş, Türkiye dahil, küresel bir devletler çetesinin organik bir parçası ya da Türkiye şubesi olduğu için Derin Devlet - Türkiye. 1980 dolaylarından beri Türkiye hep, Türkiye’den bir kesimin de içinde olduğu bir merkez tarafından, el altından yönlendirildi. Ama 1997’den beri DDT ipleri doğrudan ele geçirdi. 28 Şubat bu doğrudanlığa geçişin dönemecidir. Artık görünen devlet, DDT’nin yalnızca elbisesidir. Ve DDT tabii ki öldürücü bir zehirdir.

Bir seçimi, nüfusun büyük çoğunluğunun gerçek istemlerinin tam tersine bir yönde, istenen sonuçlara göre tezgahlamak kuşkusuz kolay bir iş değildir. Öyle anlaşılıyor ki, öncelikle bir sonuç ayıklaması yapılıyor. Göz yumulabilecek gerçek sonuçlar ve mutlaka yaratılması gereken sahte sonuçlar. Gerçek sanılan manzaranın kendisi zaten yıllardır bütünüyle sanallaştırılmış, çarpıtılmış olduğundan, gerçek sonuç deyince, toplumun gerçeğini olduğu gibi yansıtan sonuçtan çok, düpedüz seçim hilesiyle müdahele edilmemiş sonuç diye anlamak gereklidir. DDT’nin elinde, içeride ve dışarıda, çok sayıda resmi kurum, özel kuruluş, güdümlü parti, artist lider ve çok geniş bir medya var. Önce toplum çapında bir dizi toplu manipülasyon yapılıyor. Örneğin, istenene göre ayarlanmış anketler, 2002 seçimleri öncesinde Tayyip beyin hapse atılması, yasaklanması ve kahraman yapılması, geçen seçimlerde Mesut Yılmaz’ın sağ birliği birden mızıkçılıkla bozması, ordunun darbe tehditli mitingleri, bu seçimlerden önce İsrail’le “7 bela Hüsnü” kavgası vb. gibi. Örneklerden de anlaşılacağı gibi, gerekirse parça devletlerin birer artist gibi rol aldığı manipülasyonlar da sahneleniyor. Sonra bu manipülasyonların zaten çarpıttığı gidişat, kendi akışına bırakılıyor. Manipülasyonların, gidişatı yeterince çarpıtmadığı ortaya çıkarsa, çıktığı ölçüde ve çıktığı noktada, hile, hurda vb. müdahelelerde bulunuluyor. Son seçimlere de bu DDT tekniğinin ışığında bakmak gerekiyor. 
(Devamı için lütfen tıklayın)


                                                                                  
DDT'nin yönettiği bir coğrafyada gereken şöylesidir:
Hepsine "hayır"lı seçimler!


Derin devlet, derin devlet soruşturması yürütürse..
DİKKAT! DDT öldürücü bir zehirdir!
Bu devleti sevme görevine ancak gülünür
(Çanakkale eki Haziran'da başlıyor.)
 
 
 
Dergide neler var? Lütfen karelere tıklayın.
Yakında yeni kimlik kartları geliyormuş. Parmak izli ve chipli! Kendisi kriminal vak’a olanlar, bize kriminal muamelesi yapıyorlar. Kriminalliklerini yeni kimliklerin ardına gizlenerek de sürdürmek istiyorlar! Ben bu kimliği almayacağım.
(Yazının tümü için lütfen tıklayın.)
Kendisi kriminal vak’a olanlar,
bize kriminal muamelesi yapıyorlar.

Yeni kimlikler geliyormuş!

Şirin Cemgil’i kaybettik. Sabah gazetesi haberine “68’den kopan yaprak” başlığı atmış. Bence yaprak değil, bir daldı. Hayatı ve cenazesi hakkında çok şey yazıldı. (Yazının sonuna ilgili çeşitli linkleri koyduk. İlgi duyarsanız bakabilirsiniz.) Burada kendi anı ve gözlemlerim açısından bazı noktaları vurgulamakla yetineceğim.

Şirin ile biz, Türkiye İşçi Partisi’nin Ankara Çankaya İlçesinde 1967’da tanıştık. O, benden 3 yaş büyüktü ve 3 yıl kadar önce, ilk eşim ve değerli yoldaşım Nihat ile aynı zamanda siyasete atılmıştı. Karakter sahibi bir insandı. Kararlıydı. Nihat’la birlikte gecekondu çalışması yapıyorlardı. Bu nedenle sık sık görüşüyorduk. Ondan çok şey öğrendim. Ama bence öğrendiklerim arasında en önemlisi, onun Sinan ile aşkıydı. Sinan da bilgili, babayiğit devrimci bir adamdı. Üstelik iki ayrı siyasi çizgide oldukları halde onların ikisinin aşkı, bize medeniyet ve insaniyet aşıladı. İnsani olan hiçbirşey, delicesine bir aşk dahil, devrimciliğe yabancı olamazdı. Öte yandan, belirli bir ortak temel varsa, farklı fikirler, çizgiler birlikteliği, dostluğu engelleyecek bir faktör olmamalıydı.  (Devamı için lütfen tıklayın)
Bu dünyadan Şirin de geçti
Şirin Yazıcıoğlu Cemgil
  
Şirin
torunuyla

1990 sonrasında Türkiye’deki 1 Mayıs gösterilerinin en iyisinde bile rahatsız edici bir sürü yan vardı. Bir kere İstiklal Marşı’nın, Türk bayraklarının 1 Mayıs’ta işi ne? Ben kendi adıma bir kere bile İstiklal Marşı söylenirken hazır ola geçmedim, tersine, hareket ettim. Bunlar burjuva değerlerdir. Yani işçiyi gülünç bir ücretle çalıştırıp, bir de verdiği ücretten Koç kadar vergi kesenlerin değerleridir. Koyunlarla kasapların ortak değeri olamaz. Bu böyle net ve açık olarak kabul edilip dile getirilmezse, boş boş slogan bağırmakla hak falan da alınamaz. Zaten alınamıyor. Üstelik 1 Mayıs, dünya işçilerinin birlik günüdür, işçilerin kendi devletleriyle birlik günü değil! İkinci rahatsız edici özellik de, her 1 Mayıs’tan sonra “sol”(?????) bazı grupların programlanmış gibi kavga çıkarmasıydı. Önüne geleni kırıp dökmesi, bazı durumlarda hastane camlarını bile kırmasıydı.  

Geçen 1 Mayıs’ta DİSK attı tuttu, 500 bin işçiyle geliyorum diye, ondan sonra kendi binasından dışarı bile çıkamadı. Dediğini yapamayacaksa, neden atıp tutuyor, işçileri küçük düşürüyor? Bu 1 Mayıs’ta yine attı tuttu ve 500 bin değil, 5 bin kişiyle yürüdü. Bundan önce de bir sürü numara döndü. Tayyip bey 1 Mayıs’ı resmi tatil ilan etti. Ama Taksim’de gösteriye izin verilmedi. Sendikalar Gül’ü makamında ziyaret ederek Taksim’de 1 Mayıs istediler. Gül olaya sıcak baktı. Derken, Gül valiyi razı etmiş gibi oldu ve “makul”(?) sayıda insanla sendikaların Taksim’e çıkışlarına izin verildi. Ben dilenciliğe ödül olarak 1 Mayıs kutlamak istemiyorum.                                
(Devamı için lütfen tıklayın)
Son birkaç yıl hariç, 42 yıl öncesinden beri her 1 Mayıs’ta, küçük ya da büyük yerde, yurt içinde ya da yurt dışında çeşitli miting ve yürüyüşlere katılmış biri olarak, ben artık katılacak gösteri bulamıyorum. Organize edilen gösteriler ya onuruma ya sinirime, ya da ikisine birden dokunuyor. Bir kesimin hayali davranması ile, ötekisinin yıkıcılığı ile, gösteriler buram buram devlet kokuyor. Aciz devlet bunlar sayesinde muazzam güçlü gözüküyor. İyi oyun doğrusu!
1 Mayısınız kutlu olsun
ama böyle değil!
Şimdi herkes ağlaşıyor. İşte polis biber gazı kullandı, birçok grubu Taksim’e sokmadı, dayak attı, plastik mermi attı vb. Bu devletten ne beklendiği merak konusudur. Hesabı buna göre yapmak gerekiyordu.
25 Şubat’ta Amsterdam’da düştüğü söylenen THY uçağı gerçekte düşmemiş, uzaktan kumandayla düşürülmüştür. Pilot o denli ustaymış ki, uzaktan başka emirler verildiği halde, uçağı düşürmeyip sürtünerek indirmeyi başarmıştır. Ama kuşkusuz uzaktan kumanda gibi bir gariplik olduğunu da anlamıştır. İçindeki birilerini öldürmek için uçak düşürülemeyince FBI diye lanse edilen bir ekip gelmiş, düşürme nedenini oluşturan Amerikalıları ve uzaktan kumandaya tanık olmuş mürettebatı öldürmüştür. (Yazının tümü için lütfen tıklayın.)

THY uçağı düşmemiş, düşürülmüştür!
THY'de gerçeği bilenler tehlikededir!
 
Bakü’de, özel yapım Rus silahı kullanan bir Gürcü, üniversitede rasgele ateş etti ve onlarca genci öldürdü. Gülüp geçemeyeceğimiz, ancak ağlayıp duracağımız , bir sürü gencin hayatını sonlandıran bu deli saçması olay, bilerek yapılmıştır ve arada yıllar ve kilometreler olduğu halde, Hrant Dink suikastıyla doğrudan bağlıdır. Bostancı’da yaşanan son olayla da bağı var mıdır, bu da kurcalanmalıdır. Bunu konuyla ilgili yazıda yapacağız. Bakü’ye dönersek, hikaye uzun... Anlatmaya yine kilometrelerce uzaktan, Ermenistan’dan başlamak gerekiyor.

Bir başka yazıda, DDT bir grup ülkenin ortak derin devletinin bir kolu ya da şubesidir, bu nedenle Türkiye derin devleti değil, derin devlet Türkiye diyoruz, demiştik. DDT’nin de parçası olduğu bu ortak derin devletin, dünya çapında ortak amaçları, stratejileri vb, vardır ve bunun için, Müslümanlık, Türklük, Osmanlılık boyutuyla, Avrupa-Asya arasında köprü oluşuyla, Şark kurnazlığında, entrikacılıkta Osmanlı’dan gelen uzmanlığıyla, AB’yi ele geçirme planındaki kilit konumuyla vb, Türkiye parçası çok büyük önem taşımaktadır. Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkaslar’daki potansiyelini iyi kullanabilmek açısından da Ermenistan büyük önem taşımaktadır. DDT’den önce bile, Türkiye devletinin derin faaliyeti olarak, Kafkaslar’da bir sürü sabotaj, suikast düzenlenmekteydi. Ama herhalde Ermenistan’a bu da fayda etmedi. Ermenistan, Türkiye’ye tamamen kapalı bir ülkeydi.

Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu USAK’ın başkanı Sedat Laçiner, 30 Ekim 2005’te yazdığı bir yazıda şöyle bir özet yapmış:

"Özetle Erdoğan’ın kazan-kazan ısrarı Ermenistan ile ilişkilerde ve Ermeni sorununda işe yaramadı. Dahası ters tepti. Bu yaklaşımın tek yararı tüm dünyanın Ermeni sorunu konusunda Türkiye’yi daha fazla anlayışla karşılıyor olması oldu. Türkiye baskılara karşı ‘ben elimden geleni yapıyorum, fakat Ermeniler görüşmeye yanaşmıyor’ diyebiliyor artık. Fakat bu da kısa sürede yetersiz bir kazanım olacaktır. Ermenilerse Türkiye ısrarla yaklaştıkça kaçıyorlar…
"Meselenin özünü ıskalamamız gerekiyor. Türk - Ermeni ilişkilerindeki temel sorun psikolojik…'(abç)
<http://www.turkishweekly.net/turkce/yazarlar.php?type=3&id=66>

Sedat Laçiner bunları 2005’te anlamış olabilir ama akıl verdiği devletin bu durumu taa baştan “ıskaladığını” hiç sanmıyorum. Belli ki aynı stratejik teşhis çok daha önce konmuştur: Temel sorun psikolojik. Bununla da bağlı olarak, Türkiye ne dese boşa gidiyor. Böyle bir sorun nasıl giderilir? Psikolojik olarak rahatlatarak. Türkiye’nin lafla dediklerini kaale almayan Ermenistan’ı, imaj diliyle verilecek mesajlara inandırarak.  

Bunun planı yapılmıştır. Planın göbeğinde Hrant Dink vardır. Hrant Dink’in samimi görüşleri, Türkiye’nin plan gereği bürüneceği kuzu postuna çok uygundu. Hrant Dink, bazılarınca övülecekti, devlet tarafından ise habire davalarla taciz edilecekti ki mağdur olarak dikkatleri, şimşekleri ve destekleri üzerine çeksin. Oyuna genel kurmay da katıldı, Agos’taki Sabiha Gökçen haberinden sonra bildiri yayınladı. (Hürriyet, 22/2/2004) Derken tacizler tehdit niteliğini aldı. Ardından da Hrant Dink, aşikar ve garip bir derin devlet senaryosuyla öldürüldü. Öyle ki öldürenler, jandarma ve polis birlikte resim bile çektirdiler! Bunda hiçbir sakınca yoktu çünkü bir süre sonra Ergen’e don dikilecek, derin devlet “temizliği” başlayacaktı.  

Hrant Dink’in cenazesi planın en önemli noktalarından biriydi. “Hepimiz Ermeniyiz” sloganıyla yapılan cenaze, Ermenistan’a imaj diliyle şoklama mesajı verdi, şunu düşünmesini getirdi: “Kendisi Ermeni, Ermenistan’la iyi ilişkileri savunuyor, Türkiye’de çok seviliyor. Türkiye hiç sandığımız gibi değilmiş.” Ardından Ermenistan’la buzlar eridi, Akdamar kilisesinin açılışına Ermenistan’dan konuklar geldi. İlişkilerin daha hızlı gelişmesi gerekliydi. Geçen yıl, Ağustos ayında, ortak derin devletin çeşitli parçalarının katılımıyla toplu bir satranç hamlesi organize edildi. (İsrail’in Gazze saldırısı da ana olarak Türkiye’ye yarasın diye yapılmış benzeri bir hamledir. Ama bu yazının konusu değildir.)                              
(Devamı için lütfen tıklayın)

Bilindiği gibi, Genel Kurmay Başkanı Harp Akademileri’nin açılışında bir konuşma yaptı.

Başkan Başbuğ, sivil-asker ilişkileri, terör ve terörle mücadele, demokrasi ve laiklik gibi konulara akademik bir pencereden bakmaya çalışacağını söylüyor. Ama konuşmada akademik pencerenin kendisi değil, yalnızca havası vardır. Birkaç yazar adı, birkaç dipnot, birkaç atıf... Akademik görüntü ardında dile getirilen fikirlerin bazıları bayatlamıştır, bazıları basmakalıptır, bazıları zorlama, bazıları ise düpedüz mantıksızdır. Örneğin Başbuğ, Türkiye’de süren terör sorununun etnik çatışma olmadığına ilişkin tez ileri sürerken, şöyle diyor:

“Bölücü terör örgütüne karşı sürdürdüğümüz mücadelede şehitlik ve gazilik mertebesine ulaşmış kahramanlarımız arasında çok sayıda Kürt ve Zaza kökenli vatan evladı var. Nereye koyacaksınız bunu?”

Zorunlu askerliğe koyacağız! Hem askerlik herkese zorunlu olsun, hem asker Doğu’da çarpıştırılsın, hem de Kürt/Zaza kökenli şehit olmasın. PKK kurşunları Kürt kökenli askeri vurmayacak mı? Vurmasaydı, herhalde o zaman etnik çatışma olduğu söylenecekti!

Bu konuşmada ele alınan bazı konulara ilişkin olarak dergi bölümünde daha uzun bir yazı vardır. Burada Türk milleti tanımı olayına değineceğiz. Bu artık olaylaşmıştır. Başbuğ konuşmada şöyle diyor:

“...Atatürk Türk milletini şu şekilde tanımlamaktadır....
“ ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, Türkiye halkı.’
“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kim? Türkiye halkı. Buradaki halk, yaşayan halkın bütününü içeriyor. Türkiye lafını çekin oraya Türk koyun, bu etnik bir tanım olur.
...
“..Türk milleti tanımlamasındaki Türk sözcüğü, bir sıfat değil, değişik unsurların hepsine verilen ortak bir isimdir.”

Atatürk açısından bu, o tarihte Anadolu’da yaşayanları Türk milleti adı altında tek bir ulusal kalıba sokma çabasıdır. Kürtlerin vb, olduğunu da bildiği halde bunu yapıyor. Bu durumda eğer Türk milleti yerine Türkiye ya da, daha iyisi, Anadolu milleti diye bir kavram çıkarsaydı, henüz uluslaşma süreci yeni başladığından, bunun belki herkesi bir potada eritecek türden bir etkisi olabilirdi. Ama Türk milleti deyince, “değişik unsurların hepsi”ne tepeden bir kararla Türk adını verince, bu, Kürtleri asimile etmek için uğraşmayı, tanım gereği zorunlu hale getirdi.      
(Devamı için lütfen tıklayın)



28 Nisan sabaha karşı 5.30’da Bostancı’da bir eve baskın yapıldı. 3 insan öldü, birkaç kişi yaralandı. Kanımca bu da, Ermenistan ile açılan sınır kapısı konusundaki bulanıklığı gizlemek için gündem kaydırmak, 1 Mayıs önçesi alışılageldik tacizlerde bulunmak ve aynı taşla bilemediğimiz başka kuşlar vurmak üzere kurulmuş, Bakü’deki olayla paralel bir tezgahtı.

Ermenistan konusunda neyi geçiştireceklerdi? Şu lafların edilip, tersinin yapılmasını: 

“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Antakya`da bulunduğu sırada gazetecilerin, sınır kapısının açılmasına ilişkin sordukları soru üzerine, `Dağlık Karabağ konusunda Azerbaycan ile Ermenistan arasında mutabakat sağlanmadığı sürece Türkiye ile Ermenistan arasında nihai bir sözleşmeyi imzalayamayacaklarını` söylemiştir. ....Yine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, eski Almanya Başbakanı Gerhard Schröder`in 65. doğum günü kutlamasına katılmak üzere bulunduğu Almanya`nın Hannover şehrinde, Türkiye ile Ermenistan ilişkilerine değinerek, `temaslarımız sürüyor. Ancak sınırımızı açmamız Karabağ sorununun çözümüne bağlı. Azerbaycan`ın işgal altındaki topraklarına yönelik bir çözüm getirilmezse sınırımızı açmayacağız` demiştir. Benzeri bir açıklama yine son günlerde yapılan kabine toplantısı sonrası hükümet sözcüsü Cemil Çiçek tarafından yapılmıştır.” (
<http://www.tumgazeteler.com/?a=5006456>)

Bu laflar edilmiş ama ardından tam tersine Karabağ sorununa değinmek zahmetinde bile bulunulmayan bir anlaşma yapılmıştır. Tayyip beyin gerçek bir başbakan olmadığını, kararların ondan çıkmadığını gösteren güzel bir kanıt. Birileri hemen ABD emperyalizminin uşağı ya diyecekler. İyi de o zaman, katliam sözünü kullanmayıp büyük felaket diyen Obama da Türkiye emperyalizminin mi uşağı? Hayır, her ikisi de ortak derin devletin müdürleri. Bu durumu bulandırmak üzere derhal bir sis bombası atılmalıdır ki kamuoyu bunları algılamaya fırsat bulmasın. Annan’ın Kıbrıs sorununa ilişkin mekktubu geldiğinde de sis bombası niyetine Konya’daki inşaatı çökertmişlerdi. Zavallı adam şimdi içeride yatıyor. Oysa inşaat lazerle çökertilmişti. Un ufak edilmişti. Binalar un ufak olarak çökmez.
                                               
(Devamı için lütfen tıklayın)

     
Bir kanlı oyun da Bostancı'da oynandı




Hrant Dink’i vuranlar Bakü’de de iş başındaydılar
Ermenistan'a kapıyı kanla açıyorlar
Artık devletle ortak bir Türkçe’ye bile sahip değiliz.
Türkiye halkı diyecekmişiz
ama Türkiyeli demeyecekmişiz

Ad kutusu
1968’lerin Türkiye’de en önemli ürünlerinden biri olan
Devrimci durumu ajitasyon sanatıyla söyleyip çalan
Parayla satılmayan değerli insan
Aşık İhsani’yi de kaybettik
Seni untmayacağız büyük ozan

Haydi gülüm haydi balım
Haydi meyve yüklü dalım
Toplanalım kalmayalım
Parça parça dilim dilim


Korkmayın, henüz insanımız bu vahşeti yapacak kadar geriletilemedi
Mardin'de dehşet saçan yine DDT'ydi!
Topraklarına el konduğu için, göç edenler yakınlarının yardımıyla da dönemesinler diye, onlara göz dağı verildi. Korucuların silahlarını toplama fikrinin tohumları kamuoyuna ekildi.      
                      
Bilindiği gibi, Mardin’de dehşet verici bir katliam oldu. Demirel, bir gazetecinin konuya ilişkin bir yorumu üzerine şöyle söylemiş:

“...Vahim bir olay, utanç verici, ayıp bir olay. Günahtır, ayıptır, yazıktır. Bunun dışında bir şey aramak bence yanlış. Bütün millet, kedere gark olmuştur. Ayıptır, çoluk çocuk demeden, kadın kız demeden, aldıydın, verdiydin, kız verdiydin üzerinden yapılacak bir vahşete hangi tedbiri alsanız işe yarar? Biraz insan olalım canım.”(Hürriyet, 6 Mayıs 2009)

Denizler’in idamı bir vahşetti. Bu vahşette tuzu bulunan Demirel, hem de Denizler’in idamının 37. yıldönümünde “biraz insan olalım canım” diyor! Olur a, 37 yıl içinde insan yanlışından ders çıkarabilir. Ama çıkarmamış. Sistemi ve devleti savunma çabası içinde vahşeti hâlâ savunuyor.

Bir kere, bu olay, deriniyle sığıyla devletin hiçbir müdahelesi olmayan, kendiliğinden bir olay bile olsa, devlet Türkiye’yi getirdiği nokta açısından suçlu olurdu. Yıl 2009! Böyle bir olay 1950’lerde, 1960’larda, 1970’lerde vb, bile olmadı. Bu, en azından, toplumun insanlık açısından aşındırıldığını, barbarlığa taşındığını kanıtlardı. Devlet bunu zaten yapmaya çalışıyor ama bu olayda devletin suçu bu kadarla da kalmıyor. DDT, Taksim’de iki gencin boğazını kesti ki her köşeye konan kameralara insanlar ses çıkaramasınlar. Turgut Kazan gibi ünlü bir solcu avukatın cep telefonunu gündüz gözü çaldırarak, onu bile “yok mu burada polis” diye bağırttı ki Taksim polis kaynayınca insanlar karşı çıkmasınlar. Bu bir tekniktir ve bu olayda da aynı teknik görülüyor.
(Devamı için lütfen tıklayın)


Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopter “kazası”nın ayrıntılarını bütün Türkiye yakından biliyor. Burada hepsini sıralayacak değiliz. Yalnızca bazı olguların kısaca altını çizeceğiz.

Yazıcıoğlu daha önce de bir dizi kaza atlatmış. Türkiye’de bu durum onu öldürmek istedikleri yönünde yorumlanıyor. Ben de bu yoruma katılıyorum. Artık böyle kancık, kahpe bir ortamda yaşıyoruz. Ancak somut olarak bu kazanın suikast mı, yoksa gerçekten kaza mı olduğu konusunda kesin birşey söyleyemem. Bunu söyleyemem ama, şunu kesin söyleyebilirim ki, en azından kaza sonrasında onun, ölmediyse bile ölmesi ve kamuoyunun onun öldürüldüğünü düşünmesi özel olarak tezgahlandı, yani eğer kaza ise, kazadan yararlanıldı. Kazadan sonra gazeteciyle telefonla konuşulması, Anadolu Ajansı’nın Yazıcıoğlu’nun yaşadığını bildirip bu haberi 8 gün sonra iptal etmesi, köylülerin helikopterin bulunmayışına şaşırmaları ve bu konuda anlattıkları, korucuların telefonlarının toplanması ve onlar hakkında soruşturma açılması, baz istasyonundan yer referansı olarak alındığı söylenen 30 km kare alanda binlerce askerin helikopteri bulamaması, Google Earth’ın kullandığı uydudan birkaç saat içinde yer belirlemesi yapma girişiminde bulunulmaması..... Daha çok sayılabilir. Bu kazaya ilişkin kara kuşkuları aklamak için Ergenekon soruşturmasının 4. iddianamesini yazarlar mı bilmiyorum. Ama bu olaya da bir kılıf gerekmektedir. 

Şimdi tümüyle doğrudan gündemde olan senaryoya MHP karşıydı. 1997 öncesinde, Türkiye'de her partiden iki adet çıkmıştı. ANAP-DYP, BBP-MHP, DSP-SHP vb. Bu çifte partilerin programlarına bakarak farkı anlamak olanaksızdı, çünkü fark senaryodandı. Bir tek Refah Partisi'nin ikincisi yoktu, onu, yani AKP’yi de, siyasette başka değişiklerle birlikte sonradan yarattılar. BBP de bu çerçevede kurdurulmuştu. Aynen Ariel Sharon gibi, Alpaslan Türkeş faşistti ama artist değildi. Türkeş’in  öldürüldüğü söyleniyor ve doğru olabilir. Sharon da bitkisel hayata gönderildi. Zaten Eşref Bitlis, Özal vb. hep aynı gerekçeyle öldürüldüler. Artistlik işini o zamanki MHP yapmayınca, o iş Yazıcıoğlu’na verilmişti. Yani o DDT’nin has adamıydı.
(Devamı için lütfen tıklayın)
Yazıcıoğlu'nun kaderi kötü yazıldı
Derin devlet yazısı
Devleti sevme görevine ancak gülünür
DDT öldürücü zehirdir