indirildikten sonra öldürüldüğünü anlatıyorlar. 3 gencin nasıl öldürüldüğü bilinmiyor ama 6 genç arkadan vurulmuş. Bunların cesetleri ailelerine
veriliyor, diğer üç gencin cesetleri ise koktuğu gerekçesiyle, kimlik bile saptanmadan apar topar gömülüyor.

Bu cesetlere yaptırılan otopsi de ilginç. Bir yetkili şunları söylüyor:

"Ne yazık ki otopside bazı klasik işlemler yer almamış. Bu anlamda hem savcının, hem de askeri doktorun ihmali söz konusu. Klasik otopsilerde ölüm zamanını belirlemek için 'ölüm morluk ve katılığı' saptanır. Otopside bu bilgilere hiç yer verilmediği gibi, ateşin yakın mı uzak mı mesafeden açıldığı konusunda da bir bilgi yer almamış." (Günaydın, 1 Ekim 1989)

Derebaşı köyü, Silopi'ye 15-20 km uzaklıkta, Cudi dağının eteklerinde, 50-60 haneli bir köy. 500 kişilik nüfusundan hiç kimse hiçbir suçtan o tarihe kadar mahkum olmamış. Bu olaydan önceki son seçimlerde oylar ANAP ve DYP'ye çıkmış. Bir itirafçı, köyde PKK komitesi olduğundan söz ediyor ama belli ki bu oynanacak oyunun hazırlığı. Ortada PKK falan yok. Köylüler eskiden köyde askeri karakol olduğunu, askerlerle iyi geçindiklerini, karakol varken köy çevresinde hiç vukuat olmadığını söylüyorlar. Olaydan üç ay kadar önce karakol kaldırılmış. Sonra PKK'lı olduğunu söyleyen bir gurup gelip köyden 15 genci kaçırmış. Bu gençlere ne olduğu belli değilmiş. Sonra da bu anlatılan olay yaşanmış.

Bunları yaşayan Kürt köylüleri haklı olarak başkaldırıyorlar. Olay büyüyor. Onlar ortaya çıkıp olayı büyütmeseler, gerçeği öğrenemeyeceğiz. Olayın basında ilk anlatılışı ipe sapa gelmez bir düzeyde, gerçeklerle ilgisiz. Belli ki resmi ağızdan verilen bilgiler böyle. Ama köylüler ortaya çıkınca, henüz bugünkü kadar rehin alınmamış, senaryonun beyin yıkama aracı durumuna sokulmamış olan basında gerçekler yansıyabiliyor.

Örneğin Hürriyet'te Oktay Ekşi şöyle yazmış:

"Haber fevkalade vahim. O kadar ki, eğer gerçek ortaya çıkarılmazsa, bundan böyle Güneydoğu'dan gelen … açıklamalara inanmamız mümkün olmaz.

"Şimdi bir an için köylülerin iddiasının doğru olduğunu kabul edelim. Ortaya çıkan durum korkutucu değil mi?…

"… Bu konuda kimin sözüne daha çok güvenilir diye bir soruşturma yapılacak olsa, korkarız ki resmi sıfat sahipleri yaya kalır. Çünkü şimdiye kadar karşılaştığımız örneklerin hemen hepsi, köylülerin doğru söylediğini göstermektedir." (Hürriyet, 20 Eylül 1989)

Oktay Ekşi'nin sözlerinden de açıkça anlaşıldığı gibi 1989'a kadar karşılaşılan başka birçok örnek daha vardır ve hep köylü haklı çıkmaktadır. Gerçek ortaya çıkarılmamıştır ve gelen açıklamalara inanmak  olanaksızdır. "O şimdi asker", belli ki "inanıyor" ama biz hâlâ inanmıyoruz. Ortaya çıkan durum, tam da eski Oktay Ekşi’nin dediği gibi korkutucudur!              

Açıkça anlaşılıyor ki, ortada terörist falan yoktur. Önce karakol kaldırılıyor, sonra köyden 15 genç PKK'lı kılığında birilerince kaçırılıyor, sonra özel tim gelip köyden önce 3 genci öldürüyor, sonra da 6 genci arkadan vuruyor. Yani kölüler iki ateş arasında bırakılıyor. Ericson'un çifte bağlama dediği yöntem uygulanıyor. Köylüler başkaldırınca ortaya bir kördüğüm çıkıyor ve kimse düzgün bir resmi açıklama getiremiyor.

PKK'lı kılığında dedik. Çünkü başka illerden de birçok vatandaş, özel timin iki kılığa girdiğine ilişkin pek çok olay anlatıyor. Örneğin bir köyde, "PKK'lılar" gelip çobanları öldürüyorlar ve ağılları ateşe veriyorlar. Bu arada bir genç samanlıkta saklanıyor ve olayları izliyor. Ertesi gün köylüler askeri karakola gidip haber veriyorlar. Oradan bir ekip geliyor ve saklanan gencin dili tutuluyor. Ağılları ateşe verenler gelen ekipteler... 

Orduda askerlik yapan bir kişi, askeri biriminin yakınındaki köye gidiyor. Köylülere biz size dostuz mesajını vermek için köye girmeden silahlarını boşaltırlarmış. O da boşaltmış. Bir bakmış ki birkaç PKK'lı ortalığı talan etmeye çalışıyor. Hemen silahını yeniden doldurmuş ve adamları yaka paça birimine getirmiş, üstlerine teslim etmiş. Aradan birkaç gün geçmiş, ne görsün, teslim ettiği kişiler ellerini kollarını sallayarak birimin içinde dolaşıyorlar. Bunlar normal asker değil, "özel" timdenmişler...

Apo “yakalandığında” televizyonlarda Yıldız hemşirenin eşinin nasıl öldürüldüğü lanse edildi. Önce Yıldız hemşirenin, eşinin ve babasının olduğu araç askerlerce durduruluyor. Eşi birşeyler olacağını anlıyor ve ailesine adeta veda ediyor. Bir süre sonra araç PKK'lılarca durduruluyor ve eşi öldürülüyor. Eşi neyi anlıyor, biliyor musunuz? PKK ile ilgili provokasyonları yapan özel timin, kendisini de bir provokasyona kurban etmek üzere olduğunu. Böyle olmasa, birşeyler olacağını sezdiğinde, geldikleri yoldan geri gitmeyi deneyebilirdi. Denemedi çünkü söz konusu tim resmiydi, onlara gücü yetmezdi.

Daha yüzlerce örnek verilebilir. Yani vatandaş bilinçli olarak iki ateş arasında bırakılıyor, kanlı psikolojik tekniklere konu oluyor, aldatılıyor, dağa çıkmaya zorlanıyor. HEP kongresine gitmeyi reddedip, aynı gün kitap imzalamaya gittiğinde öldürülen Musa Anter gibi, oyunları yutmayacak değerli Kürt aydınları öldürülüyor. Düpedüz kışkırtma yapılıyor sonra da kalkıp bölücülükten, teröristlikten söz ediliyor. Bölücü ve terörist olan kim acaba? Aynaya baksınlar!

Türkiye kapitalizminin gelişme süreci içinde Kürdistan Türkiye sermayesinin bir iç sömürgesiydi. Kürt halkı, kapitalizm geliştikçe ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmekteydi. Birleşmiş Milletler beyannamesinin birinci maddesi olan, benim de savunduğum, ulusların kendi kaderini tayin, yani istenirse ayrılıp ayrı devlet kurma hakkını Kürt ulusuna tanımak akla bile getirilmedi. Ancak, başka şeyler akla getirildi. MİT, daha 1970'li yıllarda Kürt hareketinin başını bağlayacak ajan aramaya başlamış ve devlet tarafından öldürülen yazar Uğur Mumcu'nun kanıtlarıyla açıkladığı (Kürt Dosyası kitabı) gibi, Abdullah Öcalan'ı ajan olarak kadrosuna almıştır.

Dünya Mersin'e giderken, tersine gitmek istemeyen Kürt halkı hiçbir zaman ayrılık istememiş, yalnızca kendi kimliğiyle insanca yaşamayı istemiştir. 1968 sonrası Türk-Kürt  tüm halk birlikte mücadele etmiştir. Bu ortak mücadele içinde bu sorunu kendi arasında belli bir dengeye getirmiştir. İsteyen Kürtçe konuşur, isteyen Türkçe, herkes insanca yaşasın yeter, sonucu yerleştirilmiştir. 12 Eylül faşizmi çözüldükçe, alttan halkların kardeşçe beraberliği belirmiştir. Bu temelde, 1980'lerin sonlarına doğru Eminönü'de bağırta bağırta Kürtçe kaset çalınmış, Kürt olmak, Kürtçe konuşmak halk arasında sorun olmaktan çıkmıştır.

Tam gidişat bu yöndeyken, yukarıda somut olarak örneklediğimiz gibi, Kürt halkı, Türkiye devletinin içinden birileri tarafından, baskıyla, inatlaşmayla özel olarak kışkırtılıp, kırılıp, dağa çıkmaya ve PKK tabanını oluşturmaya zorlanıyor. Yaşamın doğal seyri içinde kapanmakta olan Kürt sorunu bilerek, yukarıda değindiğimiz psikolojk manipülasyon yolları kanlı biçimlerde uygulanarak kışkırtılıyor. Sonra kalkıp terör nutukları atılıyor!

Başbuğ, bugüne kadar yaklaşık 5 bin Mehmetçiğin, 40 bin Kürt gencinin şehit olduğunu söylüyor. Bu rakkamlar çok düşüktür, ama diyelim doğru. Bizim açımızdan bir yanda en az 45 bin şehit ve diğer yanda, bir yüzü yazı, öteki yüzü tura, yani bir yüzü Türkiye devleti, öteki yüzü Apo, tek bir terörist vardır. Bunun nedenlerine nasıllarına başka sayılarda, başka yazılarda değiniriz.

Başbuğ şöyle demiş:

“Terörist kriminal suçludur. Bu da ne demek? Kriminal suçluyu yakalayacaksınız yargı önüne çıkaracaksınız.”

Buna katılıyoruz. Ama söz konusu kriminal terörist suyun başını tuttuğu için yakalayacak güvenlik gücü ve çıkaracak mahkeme bulamıyoruz!

Başbuğ bir de şöyle buyurmuş:

“Vatandaşlarımıza düşen görev de sadakat içinde ülkesini ve devletini sevmesidir. Cumhuriyet’in vatandaşı olmak sadece haklar değil sorumluluklar da içerir.”

Hangi cumhuriyet yaa? 1999 İzmit depremi askeriyenin Gölcük Tersanesi’nden tetiklenmiştir. Bu konuda çok sayıda şahidim vardır. MHP bunu çok iyi bilmektedir ama söylemez. Söylerse de faturayı Amerika’ya keser. Bu yüzden MHP’li Sağlık Bakanı Orhan Durmuş, ABD hastane gemisinin yardımını reddetmişti. Zaten ona buna telefon edip bu gece İzmit’te kalmayın diyerek, Amerikalı teknisyenleri herkese göstererek vb, konuyu o tarihte yetkililerin kendileri çok yaymışlardır. Çevik Bir de bu durumun farkında olsa gerek. Bu durumu bilen çok kişiyi eminim sonradan çaktırmadan harcamışlardır. Allah 28 Şubat kararlarının alındığı yeri vurdu türünden lafları bunun kılıfı olarak dolaştırmışlardır, sonra da şeriat tehlikesi edebiyatı yapmışlardır. Şimdi İstanbul’da deprem bekleniyor ve Gölcük Tersanesi garip bir alışveriş sonucunda Pendik’e taşındı ve burası da Marmara fay hattı ile aynı çizgi üzerinde gibi birşey! Ne demek istediğim herhalde açıktır. Cumhurunu katleden devlete cumhuriyet denmez.

Sayın Başbuğ ile ortak hiçbir sorumluluğumuz olamaz. Onlar can çekişen kapitalist sistemin sıkıyönetimine sadakat içinde terör kışkırtma ve deprem tetikleme gibi sorumluluklarını yerine getirecekler, biz de onları elimizden geldiğince sergileme sorumluluğumuzu. Devleti sevme görevine gelince, ben buna ancak gülerim. Tilkiye sormuşlar tavuk yer misin diye. Tilki gülmekten cevap verememiş. Neyse ki biz tilki değiliz. Hem gülüp hem cevap verebiliyoruz.

Genel Kurmay Başkanı’nın Harp Akademileri’nin açılışında yaptığı konuşmada söylediklerine ilişkin olarak, biz asıl olarak Kürt sorunu ve terörle mücadele konusuna gireceğiz ama oraya gelene kadar değinmeden edemeyeceğimiz bazı noktalar da var.

Başbuğ şöyle demiş:
“Silahlı kuvvetlerin halkın vergisiyle oluştuğu da unutulmamalıdır. Yapılan anketlerde TSK her zaman en güvenilir kurum olarak başta yer almaktadır.”

Silahlı kuvvetlerin halkın vergisiyle oluştuğunu nasıl unutabiliriz ki, gereksiz yere, dolaylı-dolaysız, özel tüketim-genel tüketim, katma değer-katılmamış değer, gelir-gider, gider-gelmez vb, dizi dizi adlar altında “vergi” ödemekten anamız ağladı. Artık hiçbir kamu hizmeti yoktur. Durduk yerde kaz gibi yolunuyoruz. Bu paraların önemli bir bölümü orduya gidiyor. Hatta öyle görünüyor ki, şans oyunlarından vb, kesilen eğitime katkı paylarının çoğu bile eğitime değil orduya gidiyor.

Bu hiç de vatan millet aşkına gerçekleşmiyor. Kapitalizm, II. Dünya Savaşı sonrasında silah yatırımlarının ve savaşların, kâr hadlerinin azalma eğilimini azaltıcı etkisini keşfetmiştir. Mantıksız görünen Kore savaşının, Vietnam savaşının vb, son onyıllarda görülen diğer başka abes oyun savaşların “mantığı”(?) burada yatmaktadır. Bunun mekanizmalarını açıklamaya burada girecek değiliz. Kısacası ordunun sünger gibi para emmesi yine para içindir. OrduMuz ulusal falan değil parasaldır.

Darbeler dahil birçok şeyle, ama bununla da bağlı olarak, halkın kurum olarak orduya güven duyduğu falan yoktur. Asker bizim çocuğumuzdur. Halk ona güven duyuyor, kurum olarak orduya değil! Anketlerin nasıl minareye kılıf olarak yapıldığını biliyoruz. Ayrıca, halkın önüne hep ordu mu polis mi, şeriat mı ordu mu gibi sahte açmazlar konduğu için, halk göreceli tercihler de yapabilir. Ama asıl anket halkın içinde yaşanarak yapılır. Bu konuda üç örnek aktaracağım. 

Örnek 1: İstanbul Tuzla’da oturduğumuz mahalle, askeriyenin uçsuz bucaksız topraklarının hemen dibiydi. Bir gün sabahın köründe, “yaylalar yaylalar”, “kara basma iz olur” diye gürleyen bir sesle ve yerin titreyişiyle uyandık. Askerlere mahalle içinde eğitim yaptırıyorlardı. Eşim gitti komutanlarıyla konuştu, olmaz böyle şey dedi. Ertesi gün gelmediler. Sonraki gün de gelmediler. Üçüncü gün, tüfeklerle ve slogan atarak geldiler. Slogan, “20 yaşında, çiçeği burnunda, devleti başında” idi. Yani missilleme. Askerleri bakkalda komutanlarıyla yakaladık. 20 yaşında doğru, çiçeği burnunda doğru, ama devlet mi, ailen mi senin başında diye sorduk. Hepsine aileleri para göndermek zorunda kalıyordu. Başında olan devleti değil ailesiydi. Tabii komutan tartışmayı kestirdi.

Neyse, Tuzla’da her makama başvurduk, en sonunda kaymakamlıkta karar kıldık. 10-15 gün, her gün telefon ettik. Sonunda, kaymakamın özel kalemine, sivil yaşama hakkınız yoktur diye, imzalı mühürlü bir kağıt verin, o zaman susacağız, dedik. Dediler imza toplayın. Hayır, dedik, mahalle de istemiyor ama önemli değil, tek kişi de olsak, sivil yaşamak hakkımızdır. Ertesi gün kaymakamlığa çağırıldık ve eğitimin kaldırıldığı söylendi. Bu arada askerler geçtikçe komşularım ağlıyorlardı. Neden ağlıyorsunuz dedim. Verdikleri cevaplar hiç de anketlerde çıkartılacağı gibi değildi. Biri dedi, benim oğlumu soğukta neredeyse donduruyorlarmış. Öteki dedi bunları komutanları tekme tokat dövüyordur da. Bir başkası, keşke benim oğlum da askerliğini burada yapsaydı, hiç olmazsa görürdüm, uzaklarda kimbilir neler çekiyordur, dedi. Bu olay neydi biliyor musunuz? Bizim mahalleyi yutma yönünde bir el enseydi. Bir el ense de belediye eliyle çekildi. Savunma Bakanlığı’na başvurup kağıt almak zorunda kaldık ki tapulu malımızın ordunun olmadığını kanıtlayalım! 

Örnek 2: Tuzla işçi mahallesiydi. Yeni taşındığımız kırsal bölgede otobüsle köyden kasabaya yolculuk yaparken, telefonum çaldı ve konuştum. Askeriyenin radarı mikrodalga radyasyon saçıyor, büyük tazminat davası açacağım diye kızgın kızgın anlattım. Tabii o zaman bilmiyordum ki tazminat davası açabilmek için de zengin olmak gerekiyormuş! Neyse, bütün otobüs konuşmaya kulak misafiri oldu. Sandım ki tartışma çıkacak. Ne gezer! Herkes benim gözümün içine bakmaya, benimle laflamaya  başladı. Ve orada, radarın sandığımdan da çok  zarar verdiğini öğrendim. Bölge halkı radara karşıydı. 

Örnek 3: Aynı yörede yine kasabaya giderken yol askeriyenin atış alanından geçtiği için durdurulduk. Askerler, atış var, bir saat kadar bekleyeceksiniz dediler. 10-15 araç. İnsanlar indiler. Önce askerlere gidip, yemek saati, acıktık, komutanlarınız yemek mi verecek bize diye konuşmaya başladılar. Sonra kendiliklerinden, bunlar asker, bunlara neden kızgın konuşuyoruz ki dediler. Ardından aralarında konuşmalar başladı. Korne çalalım, protesto edelim önerisi geldi. Asıl ilginci bundan sonra anlatılanlardı. Bu atış alanında bir çoban 120 yerinden delik deşik edilmiş. Bu konuda epey mantık yürütüldü, 120 yerinden delik deşik olduğuna göre, gariban çobanın bilerek vurulmuş olma olasılığının yüksek olduğu söylendi. Eylem yapmamaya karar verildi. Yaa buraya atış yaparlar, sonra gazetelerde kaza oldu diye yazarlar dediler.

İşte gerçek anket bunlardır. Halk kurum olarak orduyu sevmiyor, zerre kadar da güvenmiyor. Daha tonla örnek sıralayabilirim ama bu konuda çok daha önemli bir ipucu vardır. Bütün oyunların kurgusu, halkın orduyu sevmediği varsayımı temelinde yapılmaktadır.

Başbuğ şunlara dikkat çekmiş:

“...TSK’nın toplum nezdindeki itibarını ve güvenilirliğini sarsmayı amaçlayan iki ön yargılı yaklaşıma dikkat çekmek istiyorum.
“.....
“Bahsettiğim ön yargılı yaklaşımlardan birisi, demokratlık kisvesi altında TSK’yı yıpratmak amacıyla, TSK’ya karşı sistematik muhalefet yapılması, her şeyden önce demokrasimizi geliştirmeyecektir.
“...
“İkincisi ise toplumumuzu etkilemek amacıyla TSK’yı din karşıyı olarak gösteren kötü niyetli propaganda kampanyalarıdır.”

Ordu, 27 Mayıs’tan sonra ne zaman demokrasi geliştirdi ki? Ondan sonra kılıcı çekip olduğu kadar demokrasiyi de, gencecik insanlarımızı da kesti. Demokrasi bırakmadı ki, hangi demokrasiden bahsediyor? Parası olanın halk tarafından seçildiği bile değil, artık, derin devletin planları doğrultusunda seçtirildiği parokrasiden mi? Gerçekte yukarıda iki ayrı madde yok, tek bir tahteravallinin iki ucu var. Önceleri yalnızca darbe tehdidiyle işi götürüyorlardı. 1980 sonrasında bu tehdit geçersizleşti. Aynı merkezden kaynaklanan tehditleri ikileştirdiler ki birini yemeyen ötekini yesin, üstelik bir de insanlar birbirine girsin. Yukarıda demokrasi gelişmez derken, Başbuğ, biz olmazsak Şeriat gelir demek istiyor. Gerçekte, ordunun doğrudan ve dolaylı çabaları olmasaydı, dincilik bu kadar güçlenemezdi. Dincilik bu kadar güçlenemeseydi de kimse orduya kulak vermezdi.

Taa 12 Eylül’den beri TSK dinin güçlenmesi için çalışmıştır. Ancak önceleri havadan dini bildiriler dağıtmak, imam hatiplere gaz vermek gibi yalnızca doğrudan yöntemler kullanılırken, özellikle 1990 sonrasında, Ericson’un dile getirdiği inatlaşma yöntemi kullanılmıştır. Halkın sevmediği bir merci türban takma diyor ki halk inadına taksın! 1993’te askeri yetkililer türbana karşı açıklama yaptıkça, benim koca mahallem, bir haftada örtünmüştür. Ordu yönetimi olmasa türban moda olmazdı, Tayyip bey şöhret kazanıp, 7 yıldır başta olduğu halde neden türban yasağını kaldırmadığını, türbanı sahte mağduriyetinden kurtarmadığını açıklayamazdı. Uygulanan yöntem, halkın silahlı kuvvetleri sevmediğini veri saymaktadır. Birbiri sayesinde varolabilen iki uç yaratılmıştır. Dinciler ve laikler! Dinci ucu dinci değildir, laik ucu laik değildir. Ama iki uç da bize girmektedir.

Ben ateistim ama, dindar insanlarda olması beklenen asgari bir allah korkusu bulunmayan Tayyip bey ve şürekasının da herhangi bir dinden olduklarını, para ve güçten başka herhangi bir şeye taptıklarını sanmıyorum. Öte yandan ordu laikliğin bekçisi geçinmektedir ama diyaneti barındıran devlete laik denmez. Hangi laikliği beklediği belli değildir. Bizim vergilerimizle, onaylamadığımız askeri harcamalar, dini harcamalar, vb, hepsi karşılanıyor. Biz neciyiz, niye varız? Kaz gibi yolunmak ve gerektiğinde öldürülmek için!

Geldik terör konusuna. Şimdi bakalım terörü kim besliyor, kim terörist. Başbuğ konuya şöyle girmiş:

“1984’ten beri TSK bu mücadeleyi kararlılıkla ve başarıyla sürdürüyor. Bugüne kadar TSK’nın verdiği şehit sayısı 4970....

“Örgüt stratejik savunma aşamasında kaldı. Dağ kadrosunu denge aşamasına getiremedi ve 40 bine yakında personelini kaybetti.”

Önce bu denli böbürlenilen mücadeleden, 1980’li yılların sonlarına ilişkin bazı hatırlatmalar yapalım.

Eylül 1989'da Silopi'nin Derebaşı köyünde 9 genç katlediliyor. Ertesi günü Hürriyet  "9 PKK'lı delik deşik" diye manşet atıyor ve "bölgeyi kuşatan güvenlik güçleri çatışma alanında 9 militanın cesediyle karşılaşmıştır" diyor. "Mardin'de 9 PKK'lı öldürüldü" diye manşet atan Tercüman, teröristlerin 30 kişi kadar olduğunun tahmin edildiğini yazıyor. Milliyet'e göre "güvenlik güçleri PKK'nın bir hafta önce Derebaşı'ndan 15 genci kaçırması, Cudi petrol tesislerini basıp 4 tankeri yakması üzerine geniş çaplı operasyon" başlatmış, "gece pususuna yatmış", pusuya düşenler de 9 ölü bırakarak kaçmışlar. Günaydın'a göre ise, "Şırnak TV verici istasyonuna sabotaj düzenlemek isteyen teröristlerle güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmada 9 terörist ölü olarak ele geçirildi".

O zamanki bölge valisi Kozakçıoğlu'nun tanık olarak "çatışma yeri"ne götürdüğünü söylediği üç köylü var. Bu köylüler, sabah erkenden askeri komandoların kendilerini alıp götürdükleri dağ başında 3 ceset gördüklerini, hısım akrabaları olan 6 gencin ise birkaç saat sonra, kendileri dağdan                                                                     (Devamı yan sütunda)

iddianame/dergi
Sayı 1 Mayıs 2009
Genel Kurmay Başkanı vatandaşı kendi eratı mı sanıyor da görev ve sorumluluk dağıtıyor?
Ayrıca kendileriyle hiçbir ortak sorumluluğumuz yoktur.
Onlar can çekişen kapitalist sistemin sıkıyönetimine sadakat içinde terör kışkırtma ve deprem tetikleme gibi sorumluluklarını yerine getirecekler, biz de onları elimizden geldiğince sergileme sorumluluğumuzu.

Ana sayfaya dön
Gazeteye dön
Bu devleti sevme görevine ancak gülünür
Tilkiye demişler tavuk yer misin? Gülmekten cevap verememiş. Neyse ki biz tilki değiliz.
Hem gülebiliyor, hem cevap verebiliyoruz.