iddianame
Vatandaştan
Özel sayı, Aralık 2011
Gazete dergi karışımı bir yayın. Gaze-der.
Lanet sistemin, yaşam adı altında dayattığı fatura ve kredi hammallığından zaman ve fırsat bulunduğunda güncellenir.  Daha önce tutamayacağım bir sözü verdiğim için okuyucudan özür dilerim.

                                                            
Bir örnek
Adi sakli kalsin, adamin birine Ankara'dan Istanbul'a gel, birlikte yayin çikaralim dedigimizde, kendisi çok güçlü, pis bir selin oldugunu, buna karsi birsey yapilamayacagini söylemis ve Londra'ya gitmisti. (Tartismalarda Türkiye ortamina iliskin olarak verdigi örnekler de zaten ortamin objektif bir degerlendirmesini degil kendi içinde bulundugu pis selin izlerini yansitiyor.) Türkiye'de siniflara ve devlete iliskin, düzgün siyaset yapmayi reddeden bu kisi, pis selini oraya da tasidi ve orada yoldasla ugrasma siyaseti yapmaya basladi.

Bu kisi, Türkiye'de bir arkadasina gönderdigi bir postada yoldasin ayda
3 milyar aldigini kiskirtici bir üslupla söylüyor. Türkiye'deki insana, Ingiltere'de kalifiye bir matbaa isçisinin ayda 4 milyar, kalifiye bir ahçinin ayda 3 milyar aldigini da söylemeden bunu söylemek, duygu sömürüsüdür, kiskirticiliktir.

Bir dedikodu çikiyor, biz legal parti kuruyormusuz diye. Nereden çikardiniz diye soruyoruz. Meger su olaydan çikarilmis: Yeni tanidigim birisi benim evime gelmis ve sarhos bir biçimde, bu adi sakli kisiyle tartismisti. Bu kisi tartismada legal parti kurup (beni de içine katarak) sizden hesap soracagiz demisti. Arkadas, gerçekte gülünç olan bu olayi, gidip nasil anlattiysa, Londra'da, bizim legal parti kurdugumuz sonucuna ulasiliyor. Isin ilginci, legal parti kurdugumuza iliskin dedikodu, Londra'dan ve Beyazit'tan ayni anda yayilmaya basliyor.

Bu kisi üzerinde neden bu kadar durdum? Bu kisinin dedikleri, yazdiklari, yaptiklari orada dönen ve daha birçok kisiyi içeren dedikodularin kagida dökülmüs bir örnegidir. Sonunda yoldasin emekliligi yakilmistir. Ayligi kisilmistir. Yoldasin eli kolu baglanmistir. Yoldasa hak verenlerin serefsizlikle suçlanmasi üzerine hak verenlerin çogu kaypaklasmistir.

Açikça söylüyorum, ortalikta bir provokasyon vardir. Yukarida degindigim
gibi davrananlar, bu provokasyonun masasidirlar. Yoldas orada ablukaya
alinirken, benim evim yaniyor (yan evde elektrik kontagindan çiktigi söylenen yanginin çiktigi kösede elektrik teli bile olmadigi vb. bazi verileri ögrenince yangini da kuskulu buluyorum) ve Ingilizler kalisimi alip bana vize vermiyorlar. Ayni siralarda Türkiye'de yürüyen ve RY'yi firari sanik ilan eden uyduruk, düzmece bir TKP davasi, karara kaldigi halde yeniden ileri tarihe erteleniyor. Bu dava düser düsmez yeni bir düzmece dava türetilmek isteniyor. Yani tezgah oldukça çok yönlü ve kapsamlidir.

Güzel cümlelerle tartisabilirsiniz ama bu tür provokasyonlara karsi durmak için partide gereken insanlik ve sagduyu eksiktir. Bilinç, birikim gibi büyük kavramlari birakalim, sizde insanlik, vefa olsa RY'ye yaptiklarinizi yapmazdiniz. Sagduyu olsa, yahu adam bu kadar mali mülkü parti için harcamis, tabii sigortasi olacak der, olani baltalamaya degil, olmayani tamamlamaya çalisirdiniz. Beni endiselendiren, yoldasin parasi da degil, yasamidir. Sayenizde yaratilan bulaniklik sonucunda faili meçhul ya da Yavuz Gökmen olayi gibi, artik cinayet oldugu da meçhul tezgahlardan biri türemesin de...

Somut bazi konular
Son olarak, somut bazi konulara kopuk kopuk deginmek istiyorum.

Önce Seyit Riza Güven'in degindigi birkaç konu. Ilginçtir, bunak sifati
benim kendi kendime taktigim bir sifattir. Süt kaynatirken tasiriyorum,
anahtarlarimi kaybediyorum, böyle daha birçok sey yapiyorum. Eskiden ben en az bes isi birarada yapabilirken, simdi ikinci is bile konsantrasyonumu dagitiyor. Bu nedenlerle kendime bunak diyorum. Benzeri belirtiler, toplumsal çapta çok yaygin oldugundan, sorunun çok derin düsünülmesi gerekirken, Seyit bey sorunu ucuzlatiyor. Dogrudan ya da dedikoducu aracilar yoluyla benden duydugunu bana satiyor. Demek ki kendisi de, toplumda yaygin olan bunakliktan, yeni bir sifat yaratamayacak kadar nasibini almistir. Ayrica, bunakliklar yapiyorum, ama kafam ve yüregim, onun yaptigi pis birçok seyi yapmayacak kadar yerindedir. Kendinden daha ucuza CD satan adami polise ihbar gibi girisimleri hangi "ekmek parasi için rüsvet" yalaniyla açiklayacak?Geçmisteki destanlar diye sunulanlarin fiyasko ya da yikicilik oldugu kanisindayim. Kocadag'a iliskin söyledigi düpedüz uydurmadir. Kendisi yayinevini falan da korumamis, yayinevi görüntüsü altinda kendi
çikarlarini mafya yöntemleriyle korumaya çalismis ama yanitini almistir.
Seyit, koca bir palavradir, kendini de çevresindekileri de kandirmaktadir. Hakkimda istedigini düsünüp yazabilir.

Gelelim yayineviyle iligili bazi konulara. Ben bu çevre içindeki insanlik yoksunlugundan, hakkaniyetsizlikten ve sagduyusuzluktan biktim. Biz orada ticari çikardan çok güzellikler üreten bir odak yaratmaya çalistik. Dünya çapinda insan iliskilerinin sorunlu duruma getirildigi bir dönemden geçiyoruz. Bu nedenle güzel bir iliskiler agi yaratmak dakolay olmuyor, sürekli sorunlar doguyor. Yine de çabaladik. Bu çerçevede, insan iliskilerinde güzellik kuralinin yanisira oranin dekoruna da dikkat ettik. Benim esim, oraya ferforje kitapliklar, koltuklar, vb. yapti. Ama bunlarin isçilik parasini almadi. Ben de devrederken, bunlarin bir kismini aldim, bir kismini biraktim. Aldigimiz para orada kalanlarin isçilik arti maliyetini kapsiyor. Eger tiksintiyle ayriliyor olmasaydim, hepsinin orada kalmasi da sorun olmazdi. Ama güzellik yaratmak için harcanmis emek ürünlerinin parasi alinmamis kismini, vefasizlik örnegi davranislara devredilen bir isyerine bagislamak gibi birsey içimizden gelmedi. Gelmek zorunda mi? Bunda bir haksizlik da yok. Zaten size bagis yapinca besle kargayi oysun gözünü oluyor. Yoldasa bile böyle yapan bir çevreye artik kurus bagis yapamam.

Yine ayni çerçevede, bir de telefon parasi sorunu yasadik. Benim isle
ilgili olarak ettigim uluslararasi telefonlarin kabarttigi telefon faturasi nedeniyle telefonum kesildi. Aylarca kesik kaldi. Yeni devralacaklardan ödemelerini istedim. Önce öderiz dediler, ben devrettikten sonra ödemeyeceklerini söylediler. Ben de sonradan yayinevi için gelen bir parayi, paradan telefon faturasi kadarini keserek onlara verdim. Buna ates püskürüyorlar. Istedikleri gibi püskürsünler. Yaptigim yanlis degildir. Bunu kendilerinin, ben söylemeden düsünüp yapmalari gerekirdi.

Bilindigi gibi bizim evimiz yandi. Iki ay bahçede yasadik. Bu arada
yayinevinin bir miktar parasi da belki yine yayinevine ama kontrolsüz olarak harcandi. Bana gelen yardim, kontrolsüz harcandigi için kendi hesabima yazdigim ve avans aldigim iki aylik dahil tüm paralarin hepsi 1 milyar 300 milyon kadar ediyor. Bunun yaklasik 500-600 milyonunun borcum olarak sayilmasi gerekiyor ama bu borcu da kabul etmiyorum. Çünkü biz kurulu düzenimizi bozduk, buraya tasindik, yangindan sonra uyduruk bir damla evi kapatip eski düzenimize geri dönebilirdik, yine yayinevi yüzünden evi disle tirnakla tamire kalkistik ve su anda 2.5 milyar borç altina girmis durumdayiz. Insanlarla oynamamayi ögrenin. Bunu ögrenemiyorsaniz, buyrun dedikodusunu edin.

Sahi para konusunda neden benim dedikodumu etmiyorsunuz? Ben oradan dönerken burada bir hayat kurabilecek kadar bir miktar para da getirdim. Bunu herkes biliyor. Neden buna karsi çikmadiniz, bunun hesabini sormadiniz? Çünkü hepiniz bal gibi de biliyordunuz ki yoldasla biz büyük paralar getirmistik. Öyleyse neden yoldasa gelince vidi vidi ediyor, parasini kesmeye kalkisiyorsunuz?

Bence bunun önemli nedeni, insanlarin yapisiyla ilgili. Demokratiklikten
söz edilince durumun görmemisin oglu olmusa dönmesi, yillarca sallabaslik olarak sürdürdügünüz iliskinin birden ters yüz olmasi, bir türlü aci söyleyen ama kötülük etmeyen gerçek dost olamamaniz, iki yüzlülük, vefasizlik, komünistligin bir etiket gibi üzerinize yapisik durmasi, akil, mantik, bilim yolu degil bir önyargi olmasi vb. Bugün yoldasin elini kolunu bagladiniz, basardiniz. Bu dediklerimin disinda kalanlar varsa zaten harekete geçip, hemen yoldasi kimsenin elinden maas almayacak, düzgün bir çalisma ortamina sahip olacak kadar bagimsiz bir gelir kaynagina kavustururlar. Yani yoldasin kendi paralarinin bir kismini, yoldasin emeklilik fonuna geri koyma yönünde davranirlar. Bu gerçeklesene kadar ben örgütle her türlü iliskimi kesiyorum. Sizin insaniyetsizliginizden korkuyorum. Siz illegalde kalin, daha hayirli olur. Legale çikarsaniz, insaniyetsizliginizle sistemle bütünleserek sol
adina halkin önünde bir utanç tablosu daha olusturursunuz.

Bu arada sunu da belirteyim ki, artik Türkiye'de resmi legalite-illegalite kavramlari tüm taraflarca bir kenara atilmistir. Devletin hiçbir kurumu, hiçbir sermaye gurubu, hiçbir siyasal parti, halkin, küçük bir azinlik olusturan kalem efendisi tipleri hariç, hiçbir kesimi, bu kavramlari gerçek anlamiyla kullanmamaktadir. Herkes bu kavramlari isine geldiginde, açik bir biçimde, yalnizca koz olarak kullanmaktadir. Bu durumda, fiilen mesruiyet ya da toplumsal legalite, resmi legalite-illegalite kavraminin yerini almistir. Halkin nezdinde özgürlük en mesru kavramdir ve bu gerçek anlamiyla biz çoktan legaliz. Sizin, legal olmali mi olmamali mi konusunu tartismaniz bile halkin kazandigi konumu geriye çekmeye, sistemin sanal görüntülerle yaratmak istedigi ben güçlüyüm izlenimine yalanci sahitlik etmeye yaramaktadir. Yine de özgürlük vardir, tartismaya basli basina karsi degilim ama sözkonusu tartismanin, uygulamalarinizda, sistemin belirleyici özelligi olan insaniyetsizlikle atbasi gitmesi, yukarida söylenen açisindan bir raslanti olmasa gerek.
İnsaniyetsizlik sistemin en önemli ajanıdır
20 küsur yıllık liderine kalleşlik yapan bir örgüt olarak içiniz ajan kaynamaktadır

Emine Engin
Sütbaba Mişmişoğlu’nu yitirdik. Onu çok özleyeceğiz.

Kediler adlarını kendileri hakederler. Sütbaba, adını, erkek olduğu halde yavru kedileri emzirme özelliğinden almıştı. Soyadı da Mişmiş’in oğlu olmasından kaynaklanıyordu. Yani Mişmiş’in oğlu olmak haber değeri taşıyordu. Dolayısıyla, Mişmiş’den söz etmeden Sütbaba’yı eksik anlatmış oluruz. Mişmiş, akıl küpü bir kediydi. Kapı kolunda sallanarak kapıları açar, eşlerine doğum sırasında ebelik yapar, suyla oynardı. Gözleri dünyayı anlama çabası yansıtırdı. Sarman beyaz karışımı, uzun tüylü iri bir kediydi. Bir gün gitti ve gelmedi. Baktık ardında bıraktığı oğlu da kendi gibi akıl küpü, özel bir kedi. Sütbaba’ya Mişmişoğlu soyadını verdik.

Görünüş olarak Sütbaba, beyazın üzerine gri tekir lekeler dökülmüş gibi, kısa tüylü, iri bir kediydi. Arka bacakları dışa basardı. İlk bakışta insan onu olağan bir kedi sanardı. Onu tanıdıkça olağanüstülüğü anlaşılırdı. Kendi çocuğu olsun olmasın tüm yavrulara müşfik bir babaydı. Korkak değildi ama kavgadan hoşlanmazdı. Neşeliydi. Kedi ilişkileri de, insanlarla ilişkileri de çok iyiydi. Gözleri  ynen babası gibi dünyayı anlama çabasıyla doluydu ve yaşamı boyunca kendi çapında ilerledi. Kapıları açmayı, çişini alafranga tuvalete oturarak yapmayı öğrendi. Evimizin, yerini dolduran bir ferdiydi. Bir gün gitti, zehirlenerek geldi. Paramız olmadığı için kurtaramadık. Anısı önünde saygıyla eğiliyoruz. 

Bunları size neden yazıyorum ki? Neden yazıp da çok değerli zamanınızı alıyor, el altından insanlıktan yoksunluk örnekleri verirken, internet sayfalarında kulağa hoş gelen tartışmalar yapma oyununuzdan alıkoyuyorum? Emine Engin, sizin web sitenizde yazıldığı gibi, gerçekten bunamış mı?

Bu soruların kısa yanıtı şöyle: Kanımca Sütbaba konusu, yaşamla ve insanlıkla, sizin bulunduğunuz konumdan çok daha yakından bağlıdır. Sütbaba konusu çocukları eğitir, büyüklerin insanlığını geliştirir, onlara mutluluk verir. Vb., vb.. Şimdi asıl yazmak istediklerime gelelim. Bundan sonrakiler size ne sağlar bilemiyorum ama buraya kadar yazdıklarım, sizden çok daha önyargısız, temiz yürekli küçük insanlar olan çocuklarınıza okunursa, onlara hoş duygular düşünceler verebilir.  

Döndüğümde karşılaştığım manzara
Ben fikir ayrılıklarım nedeniyle 1990 yılında partiden ayrılmak zorunda kaldım. Ayrılık noktalarımı da 200 sayfalık bir metin ile parti yönetimine verdim. Yürükoğlu yoldaş açık tartışma önerdi, ben istemedim. Partide öyle bir durum vardı ki, yoldaşların önemli bir bölümü, ne söylendiğine değil kimin söylediğine bakıyorlardı, doğru düşünme çabası içinde bağımsız tutum alamıyorlardı. İzlenen bence yanlış yol nedeniyle, partide hızlı bir daralma da vardı. Bu durumda, daralan bir çevrede, sonucu önceden belli bir açık tartışma, haklının toplumsal ölçütü olma niteliği taşımayacak, yoldaşla ikimizin ilişkisini yıpratmaktan başka bir sonuç doğurmayacaktı. Buna da hiç gerek yoktu. Biz iyi dostlar olarak kalırdık, kaldık.

Partide neyin söylendiğine değil, kimin söylediğine bakılmasının, demokratik işleyişlerden çok, parti işçi tabandan uzaklaştıkça artmakta olan sallabaşlıkla, ya da başka bir deyişle, bağımsız bir kafa yapısına sahip olamama, güce tapma ve bu yüzden hakkına sahip çıkamama gibi küçük burjuva sınıfsal özelliklerle bağlı olduğunu düşünüyorum. Kendi başına yoldaş, medeni cesareti olup da mertçe fikirlerini savunan kimseyi susturmazdı. Yanlış uçlara savrulmadan haklarına sahip çıkabilme yeteneği olan herkes için demokratik işleyişlerin, en azından demokratik işleyişleri kabul ettirmenin yolu açıktı. Gerçekte ben partiden, deyim yerindeyse, kral nedeniyle değil, kraldan ziyade kralcılar nedeniyle ayrıldım. Bu durum olmasaydı, fikir ayrılıkları partiden ayrılmayı değil, yararlı bir tartışmayı da getirebilirdi.

Aradan yıllar geçti. Bu arada iki gelişme oldu. Biri şu: Ben bir kitap hazırlarken, kendimin bile öngörmediğim sonuçlara ulaştım. Toplumsal olayların çok sinsi ve tiksindirici biçimlerde güdüldüğü gerçeğiyle karşılaştım. Bu durumda bazı görüş ayrılıklarının zamana bırakılması için zamanımızın olmadığı, aktif müdahele gerektiği fikrine ulaştım. İkincisi de şu: Sosyalizm Nedir kitabı çıktı ve yoldaşla bizim önemli bazı fikir ayrılıklarımız ortadan kalktı. Bu nedenlerle örgütlü çalışmaya döndüm.

Örgütün durumu parti sözcüğünü hak edecek düzeyde değildi. Bunu zaten biliyordum. Ama örgütlü çalışmayı, aynı zamanda daha geniş birliği sağlamanın bir aracı ve birey kalmaktan daha iyi bir alternatif olarak düşünüyordum. Örgütlü davranırsak biz, en azından fikirsel açılımlar açısından tüm komünist harekete katkıda bulunabilirdik. Bu beklentilerle, yani dar anlamda örgütün değil hareketin bütünü için iyi, olumlu birşeyler yapma umudu ve enerjisiyle geri döndüm. Döndükten sonra, örgütün katıldığım daha ilk toplantısında bir de baktım bir süredir yoldaşın maddi durumu, para yemiş olup olmadığı vb. tartışılıyormuş. Önce, kişiler arası ilişkilerde oluşmuş kısa devreler aşılınca, bu saçma tartışmalar kapanır ve işimize bakarız sandım. Ama giderek ortaya çıktı ki, her ne kadar bu kez tartışmayı tetikleyen iyi niyetli bir kişiyse de, olayın kurgusu sanıldığı kadar basit ve iyi niyetli değil. 1994’te bazı Dev Solcular aracılığıyla, Ozan Öncü adıyla başlayan provokasyon bitmemiş. Provokasyon zincirinin bu halkasında, yine birileri bulanıklık yaratarak bulanık suda balık avlamak istiyorlar.

Burada bir parantez açmak istiyorum. Uzunca bir süredir teknik nedenlerle internete giremiyordum. Şu aralar girebiliyorum, tartışmaları da, okuyucu mektuplarını da okudum. Birinciden yedinciye doğru tartışmaların gidişatı düzeliyor. Fikirlerine katılıp katılmamak ayrı bir konu ama giderek, en azından fikir tartışması yapılıyor. Hatta katıldığım bazı fikirler de ortaya atılıyor. Yani göreceli olarak iyi, ama kanımca bu iyiliğin hiçbir anlamı yok. Yarım yüzyılı geçen ömrümde, çok güzel bile olsa, cümlelerin tek başına hiçbir anlam taşımadığını öğrenmiş bulunuyorum. Benim eşim, sizin ettiğiniz cilalı cümleleri edemez ama güzellikleri yaşar, çevresine yaşatır, paylaşır, canlandırır, haksızlığa şiddetle karşıdır, vefalıdır, dost canlısıdır, vb. O sizin gibi tartışamaz ama sizin ettiğiniz güzel cümleleri fiilen yaşama geçiren bir insandır. Asıl önemli olan insanlıktır. Demek istediğim şu ki, parti içindeki gerçeklik, yukarıda değindiğim, aşağıda daha da değineceğim gibi olduğu sürece, tartışmalar harika bile olsa birşey yazmaz. Daha da öte, tartışmalar ne kadar harikaysa, kişilik parçalanması da o kadar derinden demektir. Altı kaval üstü şişhane... Bu nedenle ben üstteki  şişhaneye değil, alttaki çürük kavala değinmekte ısrarlıyım.  

Bulanık suda avlanmak istenen balıklar
Örgüte döndüğümden beri RY’ye ilişkin olarak tartışılan ve karar alınan ya da alınmak istenen ve hepsi de tümden haksız olan para konuları hatırladığım kadarıyla şunlardı: Araba taksidini ödememek, eşinin sigortasını ödememek, onun emeklilik fonundan alınan bir binanın ve kendi kredi kartından çektiği parayla aldığı bir binanın parti malı olduğunu iddia etmek ve bunları istemek, son olarak da onun profesyonel aylığını ortalama - kalifiye değil - işçi aylığı düzeyine düşürmek. Bunların bazıları uygulandı, bazıları sanıyorum henüz uygulanmadı. Uygulama durumu ne olursa olsun, girişim olarak hepsi bir yöne işaret ediyor: Konu RY’nin para yemesi değil, tersine parasal olarak RY’yi darda bırakmak, onu birilerine bağımlı kılmak ve onun hareket alanını sınırlamak. Sorun RY’nin geçinecek paraya bile muhtaç bırakılarak rehin edilmesidir. RY para yemiyor, RY’nin parası yeniyor. Partinin parasını RY yemedi ama onu da kanımca birileri yemek istiyor.

Her ne kadar tiksindirici de olsa, önce şu para konularına değineceğim.

Araba taksidi konusunda, RY’nin taksit daha erken bitiyor dediğine ilişkin bir tanık türeyiveriyor ve taksit ödemesi erken tarihte kesiliyor. Adam neden taksit olduğundan erken bitiyor desin diyen yok.

RY’nin eşi son derece değerli ve çalışkan bir insandır. RY’ye destek olmak gibi çok önemli bir sorumluluk taşımaktadır. Bence onun sigortası kesilmemeli, tam tersine hakeden herkese sigorta yapılmalıydı ve ben bunu somut olarak da önerdim. Kaldı ki partiye trilyonlarca lirayla gelmiş bir insan olan RY, bu paranın bir kısmını eşinin sigortasına ayırabilir diye düşünülebilirdi. Kanımca aptal dostların düşüncesizliği, akıllı düşmanlıran işine yarıyor.  RY’nin eşinin sigortasını ödemeyi kesmenin ardında asıl yatan, sigorta fonunda para birikmesini ve darda kaldıklarında RY tarafından kullanılabilir bir miktarın olmasını engellemektir.

Emeklilik fonundan alınan bina konusu ise daha da dramatik. Yoldaşın olmadığı bir toplantıda, işyerinin binası el değiştirecek diye karar çıkıyor. Teknik ayrıntılarını bilmediğim için ben de olumlu oy kullanıyorum. Ardından tesadüfen öğreniyorum ki, bu el değiştirecek bina, yoldaşın emeklilik fonundan ödünç alınan parayla satın alınmış olduğu için ya binanın yoldaşın üzerinde kalması ya parasının yoldaşın emeklilik fonuna geri yatırılması gerekiyor. Bunu öğrenince karara karşı çıkıyorum. Eğer bina fonda kalmazsa, yoldaş çok düşük bir emeklilik aylığı alacak ve parti adı altında bu işleri çevirenlerin eline bakacak. Eğer bina fonda kalırsa yoldaş artık örgütten aylık almaz duruma gelecek. Bu nokta çok önemli. Ben toplantı kararına karşı çıkınca, bana deniyor ki, bina verilsin, şu tartışma kesilsin, biz aynı miktarı yine ona ödeyelim. Adamın emekliliğini baltalayıp, sonra da aynı miktarı ödemek istemenin nedeni nedir? Tek nedeni olabilir. Yoldaşı bağımlılaştırmak.

Son olarak öğreniyorum ki, İngilizler bana her nedense(?) vize vermedikleri için katılamadığım bir toplantıda, yoldaşa ödenen profesyonel aylığı ortalama işçi ücreti düzeyine düşürülmüş. Kalifiye işçi değil, ortalama işçi aylığı düzeyine. Toplantıda bu azınlığın isteğiymiş, yoldaş da tamam deyince, çoğunluk yoldaşa “muazzam bir sadakat” göstererek isteği onaylamış. Yoldaş para tartışmasının önünü, her söylenene tamam diyerek kesme yolunu tuttu. Bina mı isteniyor alın, paramı mı keseceksiniz kesin. Söz konusu kendi parasal durumu olunca, onu anlamamak olanaksız. Ama ya yoldaşa “muazzam sadakat” gösterenleri nasıl anlayacağız? Yedek dayanakları tüketildikten sonra atılan son adımla adamı doğrudan çembere alma hainliğini ya da onlara koltuk değneği olma salaklığını yapanlar olarak. 

Tamam, ben örgüte geri dönerken biliyordum ki  bu örgüt özlenen TKP değildir, parti sözcüğünü haketmeyen bir durumdadır ama yine de adındaki K’nın, birçok farklı görüşü ve yaklaşımı barındırsa da, doğrusuyla yanlışıyla komünist sözcüğünü temsil ettiğini sanıyordum. Yanılmışım. Burada düpedüz kahpelik, kalleşlik vardır. İnsanlığın bittiği yerde komünistlik olamaz ki... Provokasyon, hem de artık partinin tepesinden doğru yayılan provokasyon vardır. (Bu durum birçok başka sol örgüt için de geçerlidir. Sistem sol örgütleri dıştan saldırıyla çökertemeyecek kadar aciz olduğu için, onların tepelerindeki adamlarına bu işi  gördürmektedir.) Provokasyonun birinci hedefi yoldaşın elini kolunu bağlamak, onu köşeye sıkıştırmaktır. İkinci hedefi ise başka birilerinin parti mallarına el koymasıdır. Yani RY para yemesin tartışması suyu bulandırmanın bir aracıdır. Bulanık suda avlanacak balıklar ise RY’nin hareket yeteneğinin ve komünist harekete katkı sağlayacak parasal olanağın kısıtlanmasıdır. Parti provokatif bir saldırı altındadır. Sizin güzel tartışmalarınız ne yazık ki bu ayıbın incir yaprağıdır. 

Bu durumda ben havalara fırlayınca da, ortalık karıştırmakla, velvele yapmakla suçlanıyorum. Haksızlığa karşı mücadele için yola çıkmışsak, çok değerli bir yoldaşımıza, hem de böyle kalleşcesine haksızlık ve vefasızlık yapılıyorsa, tek doğru tutum havalara fırlamaktır. Yoksa kaypaklık kalleşliğe, sersemlik hainliğe destek vermiş olacaktır. Evet ben ortalığı karıştırıyorum. Örgütten de ayrılıyorum çünkü yıllarca lideri olmuş kişiye bu kalleşliği yapan bir örgütten, istediği kadar cilalı tartışmalar yapsın, halka ya da işçi sınıfına, - kanımca artık daha doğrusu insanlığa demek - hiçbir hayır gelmez. Kalıp çoğunluk olmayı beklemem için de bir neden yok zira bütün bunlar biz sözde çoğunlukken yaşanıyor. Kongre kararları, MK kararları durduk yerde geri alınıyor ya da askıya alınıyor. Çoğunluk iktidarsızlığı var. Neyi bekleyeceğim ki?

Birçok konuda çok farklı düşündüğüm ve davrandığım halde, ben artık yalnızca Yürükoğlu yoldaşı ve iki elin parmakları kadar kişiyi yoldaş olarak tanıyorum. Gerisinden utanıyorum ve durumu kamuoyuna duyuruyorum.  

Gerçekte durum çok nettir
Gerçekte çok net olan durumu bulandırma çabaları da bulanık biçimlerde yürütülüyor. Böyle bir durumda tek çıkış yolu vardır, o da, yoldaş dediğin insanların güven ve sağduyuyla davranmaları, bu konuları bırakıp, her yönüyle, bütünüyle hareketi ileri götürmenin yollarını aramaya odaklaşmalarıdır. Bunu yapmaları için zemin yeterince sağlamdır. Yoldaşın parasal durumunun muhasebesi, zaman ve mekan içinde, geneliyle ve bütünüyle çok net olarak tertemiz ve ortadadır. Öte yandan partiyi korumak, yalnızca para hesabıyla olmaz. Söz gelişi, para mı, RY mi bu partinin daha önemli bir varlığıdır? Bence RY. Partinin malını, parasını korumak adına yapılanlar RY gibi değerli bir kadroyu köşeye sıkıştırıyorsa, bu partiyi korumak falan değil, ya sersemlik, ya hainliktir. Bunun sonunda partinin herşeyi gidecek demektir.

Kaldı ki para konusunu artık kökünden, iyi bir bağlamak gerekiyor. Tartışmalarda demokratik işleyişlerin eksikliğinden yakınılıyor, Stalincilik’ten konuşuluyor. Bununla da bağlı olarak sormak gerekir: Benim malım partinindir demek ne anlama gelir? Partide özel mülkiyet yasak mıdır? İnsanlar ev sahibi olamazlar mı? Parti bir üyesinden borç almışsa geri ödemez mi? Parti partililerin evini barkına el koyar, bunları satar mı? Siz Marks, Engels ya da Lenin’in, partili diye birinin malına el koyduklarını, bırakın bunu, partiye bağış yapmış ya da malını kullandırarak yarar sağlamış birine teşekkür etmediklerini düşünebiliyor musunuz?

Komüniste özel mülk yasaktır diye bir kural yoktur. Herkesin özel malı kendinindir. Komünistlik, tek başına fakirlikle ya da zenginlikle ölçülemeyecek kadar kapsamlı ve derin bir olgudur. Komünist insan, hayatını verdiği bir davadan, malını elbette sakınmaz. Ancak bu, herhangi bir formülle anlatılamayan, insani ilişkilerde olması gereken saygı, sevgi, düşüncelilik gibi tüm etkenleri karşılıklı olarak içinde barındıran çok yönlü bir alış-veriştir. Parti almaz, partili verir. Parti aldığı borcu geri öder, partili durumuna göre geri alabilir ya da almayabilir. Partili verirse parti teşekkür eder, vermesze el koymaz. Partili zordaysa parti ona destek verir. Yani partiyle üyeleri, sempatizanları arasındaki ilişkide de karşılıklı sevgi, saygı, insanlık önemlidir. Parti sözcüğü de burada kendine parti diyen bir kuruluşu, yani sizin içinde bulunduğunuz durumu değil, sınıfı gerçekten temsil eden bir örgütlenmeyi anlatmaktadır. Sizin “para yedi” tartışmalarınız, kanımca onun var da benim niye yok kıskançlığından, kendinize acımaktan, RY’yle sidik yarıştırmaktan öte hiçbir kutsal anlam taşımamaktadır.
  
Yoldaşla biz, ailelerimizden kalan, Ankara’nın Balgat semtinde çok büyük bir arazinin tamamı, Ankara Ulus’ta koca bir işhanının, Kavaklıdere’de bir apartmanın, Çubuk’ta bir çiftliğin, İstanbul Büyükada’da bir yalının yarısı, Ankara Küçükesat’ta ve İstanbul Etiler’de birer apartman dairesinin tamamı kadar mal sahibiydik. Bunların bugünkü parasal değeri TL olarak trilyonlar, sterlin olarak milyonlardır. Para yiyen adamın bunlara birşeyler katması gerekirken bugün ikimizin mal varlığı bu getirilen zenginliğin onda, yirmide biri, yaşam düzeyi ise böyle bir zenginliğin sağlayacağının yüzde biri  kadar bile değildir. Demek ki para yeme değil, yedirme söz konusudur. Bizim bundan bir şikayetimiz yoksa, sizin bunu tartışmanızın, bulanıklık yaratmanızın, provokasyondan ve küçük burjuva hasetliğinden başka hiçbir zemini yoktur. Sağduyusu olanın bu konuyu hiç açmaması, birisi gelip fitnelik ettiği zaman onun ağzının payını vermesi gerekir. Oysa 1994’te bazı Dev Sol’cular ve Ozan Öncü bizim paramızın hesabını bizden sormaya kalkıştılar. Şimdi aynı oyun başka kılıklarda oynanıyor. Ortada tiksinti verici bir hakkaniyetsizlik, vefasızlık, kaypaklık ve iktidarsızlık vardır. Teşekkür edeceğinize, adamın kendi getirdiği ve küçüklük etmemek için ikide bir yüzünüze vurmadığı parayı mallanıp, sonra da para yedi diye onu karalamaya çalışıyorsunuz.

Adam bu kadar para getirmiş, sanki çok garip birşeymiş gibi, şimdi de RY’nin borcu ödenmiş evi var diye konuşuluyor. Elbette olacak. Yukarıda saydıklarım bizim özel malımızdı ama biz komünist olduğumuz için parti bunlardan yararlandı. Ben 1990’da ayrılırken, hissemi partiye değil RY’ye ve eşine bıraktım. Benden, çocuğun okulu için yatırdığım toplu paranın bile hesabını sormaya kalkanlar olmuştu da ben, bu aşırı düşüncesizlik karşısında, “sana ne lan” demek istemediğim için, kibarlık yapıp konuyu geçiştirmiştim. Gelen o kadar paradan, kala kala RY’nin ve EE’nin borçsuz evleri olarak kırıntılar kaldı. Bunun nesi garip? Ev sahibi olmak suç mu? Sahip olduğumuz tüm evlerde kollektif olarak oturuldu. Mülkiyeti ve para kaynağı bize ait olan ve yine kollektif olarak oturulan son ev iki kere ipotek edilerek parti için borç alındı. Sonra parti kendi borcunu öderken, parti RY’nin evinin taksidini ödüyor, RY parti parası yiyiyor dendi. Ta 1994’te durumu çok yakından bilenler bile ya durumu doğru anlayamadıkları için, ya da delikanlı olmadıkları için kalkıp gerçeği söylemediler. Şimdi de aynı tutum sürüyor. Aslı astarı olmayan, doğrulara ve gerçeklere dayanmayan dedikodular yürüyor. Sallabaş, yalaka “dostun” olacağına, akıllı düşmanın olsun, hiç olmazsa satranç gibi kaliteli oyun oynayarak beyin egzersizi yaparsın. Şimdiki gibi pespaye dedikodularla uğraşmazsın. Dedikoduyla kalsa yine iyi.

Provokatif bir örnek
Önemli bir örnek olarak Mercan Köklü üzerinde durmak istiyorum. Mercan Köklü’ye Ankara’dan İstanbul’a gel, birlikte yayın işi yapalım dediğimizde, kendisi çok güçlü, pis bir selin olduğunu, buna karşı birşey yapılamayacağını söylemiş ve Londra’ya gitmişti. (Tartışmalarda Türkiye ortamına ilişkin olarak verdiği örnekler de zaten ortamın objektif bir değerlendirmesini değil kendi içinde bulunduğu pis selin izlerini yansıtıyor.) Türkiye’de sınıflara ve devlete ilişkin, düzgün siyaset yapmayı reddeden bu kişi, pis selini oraya da taşıdı ve orada yoldaşla uğraşma siyaseti yapmaya başladı. Türkiye’de bir arkadaşına gönderdiği postada şöyle diyor:
 
“Bu arada, adamın biri, kollektifin malı olan bir yerleri kendi adına geçirmiş, bir grup şerefsize de onaylatmış bu durumu, ve de satışa çıkarmış... İğrenç!.. Adam bu özelliğiyle, korkak kalleş kancık ve de paranoyak bir lider bozuntusu olarak tarihe geçecek... Beğenmediğimiz CeKaPe boyle durumlarda ne yapıyor biliyor musun? Takkadanak!.. Tak tak!..”

Yani yoldaşın vurulmasını öneriyor. Pes doğrusu... Aynı arkadaşına gönderdiği bir başka postada da yoldaşın ayda 3 milyar aldığını kışkırtıcı bir üslupla söylüyor. Türkiye’deki insana, orada kalifiye bir matbaa işçisinin ayda 4 milyar, kalifiye bir ahçının ayda 3 milyar vb. aldığını da söylemeden bunu söylemek, duygu sömürüsüdür, kışkırtıcılıktır. Yoldaşa hak verenleri mektubunda şerefsizlikle suçlayan bu kişi, asıl kendisinin şerefsizlik yaptığının farkında olsa gerek ki, web sitesinin okuyucu mektupları köşesindeki yazısını Rahmi adıyla yazıp tartışmalarda Güven olarak boy gösteriyor. Ne yüzle o toplantılara katılıyor ve böyle bir adam harika fikirler dile getirse ne olur?

Aynı kişi, yine aynı mektubunda yoldaşın emekliliğini konu ediyor: “O nasıl sigorta primleri ki birileri ödeyecek, ikramiyeyi hayatında hiç kendi cebinden prim ödememiş birine kanuna kitaba uygun deyip verecekler.” Keşke herkesin emekliliği olsa, ama yukarıda sayılan ve partinin emrine sunulan mal varlığı acaba kimin cebi oluyor? O mal varlığıyla yoldaş kendine de, eşine de iyi bir sigorta yaptıramaz mıydı? Önce malın getirildiği bile tarihten siliniyor, sonra parti parası korunuyor görünümlerde yoldaşın ve eşinin sigortası vb. konu ediliyor.

Mercan Köklü’nün yaptıkları bunlarla da kalmıyor. Bir dedikodu çıkıyor, biz legal parti kuruyormuşuz diye. Nereden çıkardınız diye soruyoruz. Meğer şu olaydan çıkarılmış: Yeni tanıdığım birisi benim evime gelmiş ve sarhoş bir biçimde, Mercan Köklü ile tartışmıştı. Bu kişi tartışmada legal parti kurup (beni de içine katarak) sizden hesap soracağız demişti. Mercan Köklü gerçekte gülünç olan bu olayı, gidip nasıl anlattıysa, Londra’da, bizim legal parti kurduğumuz sonucuna ulaşılıyor. İşin ilginci, legal parti kurduğumuza ilişkin dedikodu, Londra’dan ve Beyazıt’tan aynı anda yayılmaya başlıyor.

Mercan Köklü üzerinde neden bu kadar durdum? Bu kişinin dedikleri, yazdıkları, yaptıkları orada dönen ve daha birçok kişiyi içeren dedikoduların kağıda dökülmüş bir örneğidir. Çok ilginçtir ki onun dile getirdiği her pislik, ya karar olarak geçmiştir, ya da tersine karar varsa bile bu askıya alınarak o pislik uygulanmıştır. Yoldaşın emekliliği yakılmıştır. Aylığı adeta Mercan efendinin şikayetleri dikkate alınarak azaltılmıştır. Yoldaşın eli kolu bağlanmıştır. Yoldaşa hak verenlerin şerefsizlikle suçlanması üzerine hak verenlerin çoğu kaypaklaşmıştır. Türkiye’deyken İngiltere’deki, İngiltere’deyken Türkiye’deki tanıdıklar da kuyuya çekilmeye çalışılmıştır. Bu partiyi Mercan mı yönetiyor?

Açıkça söylüyorum, ortalıkta bir provokasyon vardır. Mercan ve onun gibi düşünenler, onu affedip onu maaşla çalıştıranlar, bu provokasyonun maşasıdırlar. Yoldaş orada ablukaya alınırken, benim evim yanıyor (yan evde elektrik kontağından çıktığı söylenen yangının çıktığı köşede elektrik teli bile olmadığı vb. bazı verileri öğrenince yangını da kuşkulu buluyorum) ve İngilizler kalışımı alıp bana vize vermiyorlar. Aynı sıralarda Türkiye’de yürüyen ve RY’yi firari sanık ilan eden uyduruk, düzmece bir TKP davası, karara kaldığı halde yeniden ileri tarihe erteleniyor. Bu dava düşer düşmez yeni bir düzmece dava türetilmek isteniyor. Yani tezgah oldukça çok yönlü ve kapsamlıdır.

Güzel cümlelerle tartışabilirsiniz ama bu tür provokasyonlara karşı durmak için partide gereken insanlık ve sağduyu eksiktir. Bilinç, birikim gibi büyük kavramları bırakalım, sizde insanlık, vefa olsa RY’ye yaptıklarınızı yapmazdınız. Sağduyu olsa, yahu adam bu kadar malı mülkü parti için harcamış, tabii sigortası olacak der, olanı baltalamaya değil, olmayanı tamamlamaya çalışırdınız. Beni endişelendiren, yoldaşın parası da değil yaşamıdır. Sayenizde yaratılan bulanıklık sonucunda faili meçhul ya da Yavuz Gökmen olayı gibi, artık cinayet olduğu da meçhul tezgahlardan biri  türemesin de...

Somut bazı konular
Son olarak, somut bazı konulara kopuk kopuk değinmek istiyorum.

Önce Seyit Rıza Güven’in değindiği birkaç konu. İlginçtir, bunak sıfatı benim kendi kendime taktığım bir sıfattır. Süt kaynatırken taşırıyorum, anahtarlarımı kaybediyorum, böyle daha birçok şey yapıyorum. Eskiden ben en az beş işi birarada yapabilirken, şimdi ikinci iş bile konsantrasyonumu dağıtıyor. Bu nedenlerle kendime bunak diyorum. Benzeri belirtiler, toplumsal çapta çok yaygın olduğundan, sorunun çok derin düşünülmesi gerekirken, Seyit bey sorunu ucuzlatıyor. Doğrudan ya da dedikoducu aracılar yoluyla benden duyduğunu bana satıyor. Demek ki kendisi de, toplumda yaygın olan bunaklıktan, yeni bir sıfat yaratamayacak kadar nasibini almıştır. Ayrıca, bunaklıklar yapıyorum, ama kafam ve yüreğim, onun yaptığı pis birçok şeyi yapmayacak kadar yerindedir. Kendinden daha ucuza CD satan adamı polise ihbar gibi girişimleri hangi “ekmek parası için rüşvet” yalanıyla açıklayacak? Geçmişteki destanlar diye sunulanların fiyasko ya da yıkıcılık olduğu kanısındayım. Kocadağ’a ilişkin söylediği düpedüz uydurmadır. Kendisi yayınevini falan da korumamış, yayınevi görüntüsü altında kendi çıkarlarını mafya yöntemleriyle korumaya çalışmış ama yanıtını almıştır. Seyit, koca bir palavradır, kendini de çevresindekileri de kandırmaktadır. Hakkımda istediğini düşünüp yazabilir.

Gelelim yayıneviyle iligili bazı konulara. Ben bu çevre içindeki insanlık yoksunluğundan, hakkaniyetsizlikten ve sağduyusuzluktan bıktım. Biz orada ticari çıkardan çok güzellikler üreten bir odak yaratmaya çalıştık. Dünya çapında insan ilişkilerinin sorunlu duruma getirildiği bir dönemden geçiyoruz. Bu nedenle güzel bir ilişkiler ağı yaratmak da kolay olmuyor, sürekli sorunlar doğuyor. Yine de çabaladık. Bu çerçevede, insan ilişkilerinde güzellik kuralının yanısıra oranın dekoruna da dikkat ettik. Benim eşim, oraya ferforje kitaplıklar, koltuklar, vb. yaptı. Ama bunların işçilik parasını almadı. Ben de devrederken, bunların bir kısmını aldım, bir kısmını bıraktım. Aldığımız para orada kalanların işçilik artı maliyetini kapsıyor. Eğer tiksintiyle ayrılıyor olmasaydım, hepsinin orada kalması da sorun olmazdı. Ama güzellik yaratmak için harcanmış emek ürünlerinin parası alınmamış kısmını, vefasızlık örneği davranışlara devredilen bir işyerine bağışlamak gibi birşey içimizden gelmedi. Gelmek zorunda mı? Bunda bir haksızlık da yok. Zaten size bağış yapınca besle kargayı oysun gözünü oluyor. Yoldaşa bile böyle yapan bir çevreye artık kuruş bağış yapamam.

Yine aynı çerçevede, bir de telefon parası sorunu yaşadık. Benim işle ilgili olarak ettiğim uluslararası telefonların kabarttığı telefon faturası nedeniyle telefonum kesildi. Aylarca kesik kaldı. Yeni devralacaklardan ödemelerini istedim. Önce öderiz dediler, ben devrettikten sonra ödemeyeceklerini söylediler. Ben de sonradan yayınevi için gelen bir parayı, paradan telefon faturası kadarını keserek onlara verdim. Buna ateş püskürüyorlar. İstedikleri gibi püskürsünler. Yaptığım yanlış değildir. Bunu kendilerinin, ben söylemeden düşünüp yapmaları gerekirdi.

Bilindiği gibi bizim evimiz yandı. İki ay bahçede yaşadık. Bu arada yayınevinin bir miktar parası da belki yine yayınevine ama kontrolsüz olarak harcandı. Bana gelen yardım,  kontrolsüz harcandığı için kendi hesabıma yazdığım ve avans aldığım iki aylık dahil tüm paraların hepsi 1 milyar 300 milyon kadar ediyor. Bunun yaklaşık 500-600 milyonunun borcum olarak sayılması gerekiyor ama bu borcu da kabul etmiyorum. Çünkü biz kurulu düzenimizi bozduk, buraya taşındık, yangından sonra uyduruk bir damla evi kapatıp eski düzenimize geri dönebilirdik, yine yayınevi yüzünden evi dişle tırnakla tamire kalkıştık ve şu anda 2.5 milyar borç altına girmiş durumdayız. İnsanlarla oynamamayı öğrenin. Bunu öğrenemiyorsanız, buyrun dedikodusunu edin.

Sahi para konusunda neden benim dedikodumu etmiyorsunuz? Ben oradan dönerken burada bir hayat kurabilecek kadar bir miktar para da getirdim. Bunu herkes biliyor. Neden buna karşı çıkmadınız, bunun hesabını sormadınız? Çünkü hepiniz bal gibi de biliyordunuz ki yoldaşla biz büyük paralar getirmiştik. Öyleyse neden yoldaşa gelince emekliliği kendi cebinden değil, evi borçsuz vb. diye vıdı vıdı ediyor, parasını kesmeye kalkışıyorsunuz?

Bence bunun iki gurup nedeni var: Biri, insanların yapısıyla ilgili. Demokratiklikten söz edilince durumun görmemişin oğlu olmuşa dönmesi, yıllarca sallabaşlık olarak sürdürdüğünüz ilişkinin birden ters yüz olması, bir türlü acı söyleyen ama kötülük etmeyen gerçek dost olamamanız, iki yüzlülük, vefasızlık, komünistliğin bir etiket gibi üzerinize yapışık durması, akıl, mantık, bilim yolu değil bir önyargı olması vb. İkincisi, yeterince illegal olamamışsınız, biraz daha illegal olmanız gerek çünkü belli ki aranızda ajanlar var, görevlerini yapıyorlar. Kim hangisidir, bunu bilemiyorum, fazlaca kafa da yormuyorum zira her ikisi de aynı kapıya çıkıyor. Bugün yoldaşın elini kolunu bağladınız, başardınız. Bu dediklerimin dışında kalanlar varsa zaten harekete geçip, hemen yoldaşı kimsenin elinden maaş almayacak, düzgün bir çalışma ortamına sahip olacak kadar bağımsız bir gelir kaynağına kavuştururlar. Yani yoldaşın kendi paralarının bir kısmını yoldaşın emeklilik fonuna geri koyma yönünde davranırlar. Bu gerçekleşene kadar ben örgütle her türlü ilişkimi kesiyorum. Sizin insaniyetsizliğinizden korkuyorum. Siz illegalde kalın, daha hayırlı olur. Legale çıkarsanız, insaniyetsizliğinizle sistemle bütünleşerek sol adına halkın önünde bir utanç tablosu daha oluştururusunuz. 

Bu arada şunu da belirteyim ki, artık Türkiye’de resmi legalite-illegalite kavramları tüm taraflarca bir kenara atılmıştır. Devletin hiçbir kurumu, hiçbir sermaye gurubu, hiçbir siyasal parti, halkın, küçük bir azınlık oluşturan kalem efendisi tipleri hariç, hiçbir kesimi, bu kavramları gerçek anlamıyla kullanmamaktadır. Herkes bu kavramları işine geldiğinde, açık bir biçimde, yalnızca koz olarak kullanmaktadır. Bu durumda, fiilen meşruiyet ya da  toplumsal legalite, resmi legalite-illegalite kavramının yerini almıştır. Halkın nezdinde özgürlük en meşru kavramdır ve bu gerçek anlamıyla biz çoktan legaliz. Sizin, legal olmalı mı olmamalı mı konusunu tartışmanız bile halkın kazandığı konumu geriye çekmeye, sistemin sanal görüntülerle yaratmak istediği ben güçlüyüm izlenimine yalancı şahitlik etmeye yaramaktadır. Yine de özgürlük vardır, tartışmaya başlı başına karşı değilim ama söz konusu tartışmanın, uygulamalarınızda, sistemin belirleyici özelliği olan insaniyetsizlikle atbaşı gitmesi, yukarıda söylenen açısından bir raslantı olmasa gerek.

Sonuç yine Sütbaba
Bu noktada yeniden Sütbaba Mişmişoğlu konusuna dönmek gerekiyor. Toplum bugün, tam da komünizmin gerektirdiği gibi, insani değerlere çok önem veriyor. Vefa, hakkaniyet, saygı, sadakat... Siz toplumun gerisinde kalıyorsunuz. Legal olursanız siz topluma ne sergileyeceksiniz, ya da illegal olmanız sayesinde neyi sergilemeniz önleniyor? 20 küsur  yıllık liderine kalleşlik yapan bir örgüt... Her zaman, ama özellikle günümüz koşullarında sistemin en önemli ajanı insaniyetsizliktir. Bu insaniyetsizlikle siz çok parlak cümleler etseniz kaç yazar? Sütbaba Mişmişoğlu konusu çok daha önemlidir.
Site ile benim internet sunucum arasında teknik bir uyumsuzluk olduğu için, bu yazıyı 21/1/2001'de siteye yollaması için Nihat'a yolladım.


Buraya kadar aynı, bundan sonraki iki bölümü Nihat aşağıdaki gibi değiştirmiş. Karakterleri Türkçeleştirmedim ama anlaşılıyor.
Nihat'ın 22/1/2001 tarihli mektubu (Başlığı ben koydum - EE)

ÇÖZÜMLEMELERE KATILIYOR AMA...

Sevgili Meric,

Siteye iletmemi istedigin yazi ile ilgili olarak soyle dusunuyorum:
1- Bence bu mektubu bugun gondermemelisin. Cozumlemelerine katilmadigim
icin soylemiyorum. Ancak, tam o pis mali konular kapanmis ve siyasal konular one cikmaya baslamisken, mektubun o konularin yine acilmasini getirecektir. Sana yanit kilifinda yine benimle ugrasma surecektir. Siyasal ve ideolojik konularda soyleyecek sozu olmayanlar icin bu konular tek beceri alanidir. Boyle bir gelismenin bolunmeye, parcalanmaya yol acacagindan korkarim.
2- Eger ille yollamak istiyorsan, siteye degil, buradaki partili - partisiz tanidiklarina gonder. Bildigim email adreslerini sana gonderirim. O zaman yuruyecek tartismanin sitede yurumesi olasiligi dusuktur.
3- Yok siteye yollayacagim diyorsan, senin kararindir, birsey diyemem. Ancak, 2, ya da 3. siklardan birini tercih ediyorsan, yazdigini degil, duzelttigim metni yollamani rica ederim. (Düzelttiği noktaları aşağıya koydum - EE)


Yine Nihat'ın 22/1/2001 tarihli mektubu (Başlığı ben koydum - EE)

KANSEROJEN BİR STRESE ÖRNEK: ADAMI KANSER ETTİLER
DİYE BOŞUNA DEMİYORUM

Sevgili Meric,

Dun gece sana email cektikten sonra uzun uzun dusundum. Rica ediyorum, o uzun mektubu simdilik kimseye gonderme. Gonderirsen durumumuz cok agirlasacak.
Sevgiyle.
                                  

Benim 22/1/2001'de Nihat'a yolladığım yanıt:

SİZİN YÜRÜDÜĞÜNÜZ YOLUN SONU YOK

Sevgili Canlar,

Sizi çok rahatsız edecekse, ben o yazıyı yine göndermem ama bence bu konuyu bir kez daha düşünün.

Sizin yürüdüğünüz yolun sonu yok. Sana söz ettiğim toplantının bantlarını dinlediysen, bir vatandaş, evleri borçsuzmuş diye bir laf attı ortaya, ben de kavga ettim. Oturduğunuz evi de isteyecekler. İsteseler verecek misiniz? Ayrıca neden? Bence insanlar başkalarına olduğu kadar kendilerine de haksızlık etmemeliler. Emeklilik fonundaki binayı vermeyecektiniz. Verdiniz, bari işi burada durdurmak, hatta olanaklıysa geri çevirmek gerekiyor. Ve bunun benim yaptığım gibi cepheden saldırıdan başka yolu yok.

Yalnızca bu dediğimin değil. Şu anda sana bir şey olsa, ardında haksız yere şaibeli bir ad kalacak. Bence bu para konusunun kamuoyuna açıklanması, asıl onları şaibeli duruma sokmanın tek yolu.

Sizi çok iyi anlıyorum. Sizin adınıza bizim de midemiz bulandı bu konudan. Ama bence sorun sizin sinirlerinizi bozmasın diye, siz kendinizi benim dediklerimin dışında tutsanız. Bir yolunu bulalım, … bırak ben açıklamayı yapayım… Çünkü ben böyle konuları içimde tutarsam resmen, fiziksel olarak hasta olurum. 

...Ne olur beni serbest bırakın yazayım, göndereyim. Bu açıklama, 7 yıl gecikmelidir. Aynı açıklamayı 1994’te Toplum Postası’na yapmayı önerdim, reddettin, bak ne oldu. Artık ne olur beni tutmayın. Bir daha düşünün ve bana bildirin. .... Biz sizi seviyoruz, sizi üzmek istemiyoruz. ...

Sevgiler


Nihat'ın 23/1/2001 tarihli mektubu (Başlığı ben koydum - EE)

BEKLE BANA ZAMAN GEREK

Sevgili Meric,

Soylediklerini cok iyi anliyorum ama kesinlikle bekle derim. ...
Bu kadar bekledin biraz daha beklemelisin. Bana zaman gerekli.


24/1/01tarihli mektubu (Başlığı ben koydum - EE)

TE
ŞEKKÜR

Anladigin icin tesekkurler.

                                                 ***
Ben onun büyük bir stres yaşadığını anladım ve bu strese bir de ben katkı yapmayayım diye geçici olarak yazıyı göndermekten caydım. Ama geçiciliğin sonu hastalığa varınca bu karar kalıcı nitelik kazandı.
Bundan sonrasını Nihat değiştirmemiş.
1978'de Berlin'e gitmeden önce Londra'da yapılan veda toplantısında
Yaşattıkları stresle adamı kanser ettiler...

Ben soldaki yazıyı siteye göndermesi için Nihat'a yolladım. Nihat'tan tarih sırasıyla aşağıdaki mailler geldi. İlkinde bir de düzeltme yapmıştı. Düzeltmeyi de aşağıya, düzelttiği bölümün yanına aynen koydum. Hem mailler, hem düzeltme, özünde benimle aynı fikirde olduğunu kanıtlıyor. Ama mailler aynı zamanda ne büyük stres yaşadığını da yansıtıyor.  
Nihat'ın düzeltmesi

Nihat'ın bir şiiri:


TUTUKLU

Sarı gazete kağıtlarında kalmış bilmecedir yollar
çizen de bilmez.

Her ışıyan günde önce yaşlı kadınlar
söyleşe dertleşe
nazlı salınışlar incecik bir türkü
yavaştan bir toprak kokusu

Her resmin ayrı bir yeri vardır
her dostun
konsolun bir köşesinde oturup donarlar
genellikle duman rengidir giysileri.

Bildiktir dışarısı bizdendir
denize atlayan adamlar görürsün gözünü yumsan
çamın ellerini sayarsın tam beş tane
bir mutluluk seçersin
çıplak omuzlarını kadınların
başkalaşırsın.

Oysa ışıyan günün ardı bezginlik
kara kapkara
yatağının kıvrımlarında hamam böceği yol arar kendine
çayının şekerini ellerinle koyamazsın
insanı insandır içersinin
bilsen şaşarsın.

Durgunda bir kurşun, Memleket Yayınları, Ankara 1967, sayfa 31
Soldaki yazının düzeltilmiş bölümü, asıl bölümün tam karşısında,  aşağıdadır. Lütfen aşağıya bakınız.